Şebinkarahisarlı olarak Kale'miz ile gurur duyarız. Ama, Kale hakkında, ayrıntılı ve derli toplu bir bilgimiz de yoktur.
Aslında ilçemizde,
Güneygören (İsola) Kayası'nda, Eskiköy'de ve Duman Kayası'nda, Turpçu Köyü
Kalecik Mahallesinde eski yerleşim yerleri ve "kale" olduğu da
biliniyor ama, biz değişik kaynaklarda yer alan bilgi kırıntılarını bir araya
getirip, şehrin sırtını dayadığı Kale hakkında bir bilgi kaynağı oluşturmaya
çalışalım.
Kaynak Bir Zamanlar Anadolu'da Ermeniler Vardı Hala Var Facebook Sayfası
(temin eden Ünsal Çalık)
GİRİŞ
Anadolu'da
şehirlerin yerleşme ve gelişme sürecinin, imparatorluklara ve askeri-siyasal
koşullara göre sürekli değişiklik
gösterdiği ifade ediliyor.
Buna
göre, Hitit İmparatorluğu döneminde, askeri ve siyasal merkezi gücün kurulmasına dayalı
olarak ovalarda gelişen yerleşme süreci, İmparatorluğun son dönemlerinde
siyasal-askeri koşulların değişimine bağlı olarak, sarp kayalıklar üzerindeki
tahkim edilmiş kalelere yöneldi.
Roma ve Bizans
imparatorluk dönemlerinde ise merkezi otoritenin gücüne dayalı olarak
kalelerden ovalara yönelen yerleşim süreci, önce Arap ve izleyen Türk fetih
dönemlerinde imparatorluğun askeri ve siyasal egemenlik ya da gücünün
değişimine veya zayıflamasına dayalı olarak kolay savunma olanakları veren
kalelerle sınırlı alanlara çekildi.
Selçuklu döneminde,
özellikle 13. yüzyıldan itibaren merkezi idare mekanizmasının kurulması ve
milletlerarası ticaret olanaklarının gelişmesine bağlı olarak, Bizans
egemenliğinden devralınan kale yerleşmeleri
yeniden ovalara doğru yayıldı. Ancak, Selçuklu siyasal gücünün zayıflaması ve
merkezî idare mekanizmasının ortadan kalkması sonucu başlayan siyasal
belirsizlik döneminde diğer deyim ile Beylikler Dönemi'nde yerleşmeler yeniden
kalelere çekildi.
Osmanlı
İmparatorluğunun XVI. yüzyılda ulaştığı güçlü merkezi yapıya dayanan siyasal ve
askerî egemenlik düzeyine bağlı olarak bedesten ya da han adı verilen ekonomik
kurumların yapımı ile Anadolu kentleri, yeniden sur dışına yayıldı.
Anadolu'daki pek çok kale ya ortaçağda ya da
Bizanslılar tarafından yapıldı ya da onlar tarafından önemli onarımlardan
geçirildi. Bizanslılar özellikle İran ve Arap saldırılarına karşı sınır
kentlerini, anayolları ve geçitleri kalelerle koruma altına aldı. Türkler, Anadolu'ya
geldikleri zaman çoğu sağlam vaziyette pek çok kale ile karşılaştı, bu kaleleri
onararak kullandı, ek yaptı, yenilerini kurdu. Osmanlılar ise, ordunun geniş
alanda güvenli sağlama yeteneği olması ve yerel direnme noktalarının
gelişmesinin engellemek kaygısı ile Anadolu'da birkaç büyük kale dışında kale
yapımına önem vermedi, var olanları kullanmaya devam etti.
Tarihi
açıdan kale, bir toprağı araziyi, yani coğrafi mekanı elde tutmanın, oraya
"benimdir" demenin temel koşullarından biri olarak kabul ediliyor.
Kalenin işlevi ülkenin iç ve dış güvenliğini sağlamak, yapısı ve yapımı mimari gösterge,
insan unsuru da devamlı iskan anlamına geliyordu. Devamlı iskan, kalede sürekli
yaşama için gerekli kışla gibi askeri yapılar ile ev gibi sivil yapılaşmayı da
beraberinde getirdi. Bu çerçevede kalede evi olmak oranın esas yerlisi olmak
anlamında değerlendirildi. "Kale", 1826'ya kadar Türk yaşamında
etkisini devam ettirdi.
Şebinkarahisar Kalesi'nin çağlar içindeki önemi ve konumu da, Anadolu'daki
yerleşme seyrine ve devletlerin
uygulamalarına göre farklılık gösterdi.
KALE'Yİ
KİMLER YAPTI?
Bugüne
kadar arkeolojik kazı, yüzey araştırması
veya bilimsel inceleme yapılmadığı için Kale'nin ne zaman ve kim tarafından
yapıldığı konusunda net bir bilgi bulunmuyor.
Bizanslı tarihçi Procopius
550'lerde yazdığı De Aedificiis (Yapılar veya Binalar Üzerine)
adındaki kitabında, "Romalı General Pompey’in bölgeyi aldıktan sonra ve
kazandığı zaferlerle birlikte bölgenin tek hakimi olmuştur ve bu şehri her
anlamda daha güçlü hale getirmiştir. General Pompey’in, Koloneia ismini verdiği
bu bölgede bulunan sarp bir tepenin doruğuna bir kale inşa edilmiştir"
sözleri ile Kale'nin Romalılar tarafından yapıldığını ifade etmesine karşın
günümüz tarihçileri Pompeus'tan 500 yıl sonra yaşamış Procopius'un bu
anlatımına fazla itibar etmiyor.
Örneğin, Türk
Tarihçilerinden Besim Darkot,
Romalılardan daha önce, İmparator İskender'in Anadolu'yu istilası ile İÖ
334'lerde başlayan Hellenistik Dönem'de de burada yerleşim olduğunu
belirtirken, Haşim Karpuz da Kale'nin tarihinin Roma döneminden daha eskiye
gittiğini, Hitit ve Urartu dönemlerine kadar indiğini, Pompeus'un bölgeyi ele
geçirdiği esnada yıkılan kaleyi onarmış olabileceğini ifade ediyor. Benzer
şekilde, Osmanlı döneminde Karahisar-ı Şarki'ye de uğrayan gezginlerden Franz
ve Eugene Cumont, Kale'deki su yapılarının Kale'nin antik çağda yapılmış
olduğunun kanıtı olduğunu belirtiyorlar.
Habip
Rıza Efendi (Gökçen) büyüklerinden naklen, Kale'nin, kuraklık nedeniyle Karagöl
Dağının Kırklar Tepesi'ne gidip de yedi yıl sonra dönen geçmiş zaman insanları
tarafından yapılmış olduğunu yazıyor. Ancak bu kalenin şimdiki Kale olup
olmadığı ifadelerinden anlaşılmıyor. Yunanistan'da yaşayan Şebinkarahisar
kökenli Rumlar da, Kale'nin Roma dönemine ait surlarla çevrili olduğunu ve eski
taş ustalarının anlatımı ile yapımında Busait'te var olan taş ocağından
getirilen yumuşak taşların kullanıldığına belirtiyorlar.
Hitit
tablet metinlerinde geçen Dukkamma'nın Şebinkarahisar olduğu kabul edilmesine
karşın Kale'nin ilk kez kim tarafından inşa edildiği, Kale'nin Hitit'ler
tarafından kullanılıp kullanılmadığı şimdilik kesin değil. Hasan Tahsin Okutan,
Hititler dönemindeki kalenin İsola (Güneygören) Kalesi olduğunu ifade ediyor. Yine, Habip Rıza Efendi (Gökçen) de
büyüklerinden işittiğinden naklen Hititler zamanındaki kalenin Güneygören köyünde
olduğunu söylüyor.
Ancak
Kale'nin Pontos İmparatorluğu'nun en önemli kalesi olduğu tarihçiler tarafından
dile getiriliyor. Şebinkarahisar'ın, bölgenin oldukça önemli bir parçası olarak
Pontus krallarının dikkatinden kaçmadığı ve Mithridates’in yetmiş beş hazine
kalesinden birisi olmayı başardığı, Amerikalı tarihçiler Anthony Bryer ve
Davıd Wınfıeld tarafından ifade ediliyor. O dönemde Paryadros olarak
adlandırılan bölge, Amasyalı eski
tarihçi Strabon'a göre, iyi sulanmış ve ormanlık alanların bulunuşu ve birçok yerin derin vadiler ve dik
uçurumlar ile kaplı oluşu böyle kaleler yapmaya çok elverişliydi. Pontos Kralı VI. Mithridates Eupator, bu bölgede
75 kale yaptırdı ve hazinelerini bu kalelerde sakladı. Bu kalelerden Hydara,
Basgoidorize ve özellikle de Sinoria (Synoria) çok ünlü idi. Bryer ve Wınfıeld,
"Sinoria" kalesinin Şebinkarahisar Kalesi olabileceğini belirtiyor.
Ancak başka bir Amerikalı yazar Adrienne Mayor ise Sinoria Kalesi'nin, Bayburt'un Sınır (Çayıryolu)
Köyü'nde olduğunu iddia ediyor.
Hasan
Tahsin Okutan, Pontos Krallarının kullandığı kalenin, şimdiki kale değil
Hacıömer Köyü'nün Eskiköy Mahallesindeki Akkaya üzerinde kurulu kale olduğunu,
Kolonia kalesi olarak isimlendirdiği bu kalenin Kimmerler tarafından yapılmış
olduğu iddiasında.
Bryer
ve Wınfıeld ayrıca, Procopius'un Kale'de bulunan büyük beş adet ve kayadan
yapılmış tünellerin Pontos mimarisinin tipik örnekleri arasında gösterildiğini
söylediğini, Kalede şu anda bulunan duvarların kesinlikle antik kayalardan
kesilerek yerlerine oturtulduğunu, fakat
bu duvarlarda Roma öncesi mimarinin izleri görülmediğini, bu durumun
Pompeius'un antik kaleyi tahrip ettiğini kanıtladığını, ancak tarihçi J. G. Taylor
tarafından 1866 yılında Kale'de bulunan ve okunan iki Latin yazısının bu
bölgede daha önceden bir Roma kolonisinin var olduğunu gösterdiğini ifade
ediyorlar.
Yine, Bryer ve Wınfıeld'e göre, kalenin
kontrol ettiği bölgeler yüzölçümüne ters orantılı bir şekilde pek de değerli
bölgeler arasında yer almıyordu. Yaz aylarında zaptedilmez kış aylarında ise
yoğun kar yağışı nedeniyle ulaşılamayan bir yerdi ve stratejik önemden çok bir
sığınak görevindeydi. Fakat bölgede bulunan ve Roma döneminde dahi işletilen
şap madenlerini ve kuzeydeki Giresun yolunu kontrol altında tutabilmişti.
Şap
madenleri önemli olduğu için Romalıların burada bir koloni kurmuş olduğu ve
burada uzun yıllar hüküm sürdüğü söylenebilir ise de, o dönemde Bayramköy'de
Pompeus tarafından kurulmuş Nikopolis şehri, kalabalık bir şehir olarak daha
önemliydi. 415 yılında, Paul
taraftarları da denilen Paulicienler’in yoğun olarak yayıldığı bölge içinde, St
Paul’un mektuplar gönderdiği altı kasabanın adını taşıyan altı kolun merkezi
olan Şebinkarahisar ve Kale, asıl önemine Bizans İmparatoru Justinianus
Dönemi’nde kavuştu ve piskoposluk merkezi haline geldi.
Koloneia
ve Kale, Nikopolis'in 499 yılında yaşanan 8 şiddetindeki depremde tamamen
yıkılmasından ve zaman içerisinde boşalmasından sonra önem kazandı. 527-565
yılları arasında hüküm sürmüş olan Bizans İmparatoru Justinianus, Procopius'a
göre, şehir merkezi olarak kabul ettiği Koleneia’yı güçlendirmek için çok çaba
sarf etti, Kale'yi daha güçlü hale getirtti, surlarını onarttı, Kale'ye bir kilise
yaptırdı ve bu süreç içinde bölgeye
zenginlik sağladı.
Kale,
zamanla Bizans İmparatorluğunun kuzey doğu sınırındaki kalelerin en önemlisi ve
Koloneia Themasının en önemli şehri konumuna ulaştı. Bizans devrinde de kaleler
genellikle yüksek ve sarp kayaların üzerine yapılıyordu. Procopius da eserinde
"Dağ tepesi uçurumunda" nitelemesi ile Kale'nin bu niteliğini ortaya
koymuştu. Tarihçi W.M. Ramsay'a göre, Şebinkarahisar'ın askeri önemi o kadar
büyüktü ki, Bizans Savaşlarının başlıca kalelerinden biriydi.
Kalenin
uzaklığı onu, dönemin Arap akınlarından korumuş olmasına karşın, 778 yılında Emevi
komutan Yezid Ben Usaid al-Sulami kaleye saldırdı. Kale'nin bu tarihte
Arap'ların eline geçip geçmediği tam belirlenebilmiş değil. Besim Darkot gibi
bazı tarihçiler geçici bir süre ile Arap'ların eline geçtiğini ifade etmelerine
karşın, günümüz tarihçileri böyle bir işgalden bahsetmiyor. Ancak, 940 yılında başka
bir Arap Abbasi komutanı Sayf ad-Dawla Koloneia (Şebinkarahisar) bölgesini
tahrip etmek üzere Bizans arazisine girdi, hilâfet merkezinde karışıklıklar
çıkınca da geri dönmek zorunda kaldı. Çevre halkı, özellikle de Nikopolis'de
yaşayanlar Arap saldırılarında Kale'ye sığındı. Koloneia ve de Kale,
Bizans sınır askeri ili olarak ağırlığı
arttı.
Koray
Özcan'a göre, arkeolojik araştırma bulguları, Bizans
kentlerinin Selçuklu fetihleri öncesinde (ve sürecinde) temelde savunma ve
dinsel gereksinimlerine hizmet eden piskoposluk merkezleri işlevi üstlenmiş
tahkim edilmiş kale-kentler (Castron) niteliğinde olduğunu ortaya koyuyor.
Nitekim Bizans
döneminde Koloneia Theması idare merkezi olarak Kögonya (Koloneia) ya da Mavro
Castron (Kara Hisar) olarak adlandırılan kent ve kale, milletlerarası düzeyde
dış satım ürünü olarak ekonomik öneme sahip şap madenlerinin üretim–dağıtım
merkezi olmasının yanı sıra Sebasteia (Sivas) - Satala (Kelkit Sadak Köyü)
-Theodosiopolis (Erzurum) güzergâhında uzanan Bizans Askeri Yolu olarak
tanımlanan askeri faaliyetlere yönelik ulaşım kanalı üzerindeki stratejik
konumu ile ekonomik ve askerî organizasyon merkezi işlevi kazandı.
Yerleşme/şehirleşme
açısından da, Türk fethi öncesinde Bizans kale kentleri, bir iç kaleye ve
örgütlü bir ticaret alanına, kent dışında pazar yerine ve varoşlara sahipti. Selçuklu kolonizasyon politikaları
eşliğinde göçebe-yarı göçebe Türkmen gruplarının sürekli yinelenen sınır ötesi
fetih ve akınları, özellikle Bizans-Selçuklu siyasal sınır bölgelerinde Türk
nüfusunun yığılmasına neden oldu ve artan nüfusun ortaya çıkardığı yerleşme
talepleri, Castron (kale-kent)
niteliğindeki Karahisar yerleşmelerinin ve de Şebinkarahisar'ın mekânsal
yapısını evrime zorladı. Bu mekânsal evrim sürecinde, Karahisarlar Bizans
dönemi Castron (kale-kent)
yerleşme alanından, Selçuklu Sultan ve emirleri veya şeyh ve dervişler
tarafından yapılandırılan cami ya da medrese veya zaviye gibi Türk-İslâm
kolonizasyon yapıları yoluyla sur dışına yayıldı.
Nitekim.
Eren Yürüdür ve İhsan Bulut, başlangıçta Kale içinde toplanan yerleşmenin 10
veya 11. yüzyıllarda kale dışına taştığını, Şebinkarahisar’ın Türkler
tarafından fethi ile birlikte yöreye gelen göçmenlerin Kale dışında yerleşmiş
olabileceğini belirtiyor. Yine büyüklerinden naklen, Habip Rıza Efendi'ye göre,
"(şehir halkı) eski şehrin yerinde olan bağları da eker biçer götürür kalede
yerlermiş. Çoğaldıkça kalenin varoşuna dışarısına çıkmaya başlamışlar. O
zamanlar insanlar birbirlerine kavinin zayıfa taarruz ve garat etmeyi mübah
sayan derebeylerinin taarruzları vukuunda yükte yenlik bahada ağır eşyalarını
alarak kaleye iltica ve bedenlerden hasma müdafaa ve mukabele ederlermiş"
Kaynak: T.A. Sınclair, Eastern Turkey: An Archıtectur and Archaeological Survey, Vol II
(Temin eden Doğacan Aydın)
Kaynak: T.A. Sınclair, Eastern Turkey: An Archıtectur and Archaeological Survey, Vol II
(Temin eden Doğacan Aydın)
TÜRKLER
GELDİĞİNDE
Bilindiği gibi, Malazgirt Savaşı
öncesinde, Anadolu’ya girip çıkan ve bölgeyi yoklayan Türkmen kitleleri,
Malazgirt Savaşı sonrasında bir daha çıkmamak üzere Anadolu’ya yerleşti. Bu
süreçte, Türklerin Anadolu'ya son girdikleri tarihten Fatih Sultan Mehmet
tarafından Osmanlı topraklarına dahil edilene kadar Kale, bir çok kez el
değiştirdi.
1018 yılında Selçuklu Emiri Çağrı Bey
Anadolu'ya girerek Sivas, Malatya, Şebinkarahisar'a kadar olan Bizans kale ve
topraklarına büyük tahribat verdi. Türkmen grupları 1057 yılı sonunda Şebinkarahisar
ve çevresine akınlar düzenledi.
Bryer ve Wınfıeld'ın verdiği
bilgilere göre, 1057 yılında şehir ve kale, Koloneia Lejyonu adı verilen askeri
birliğin komutanı ve aslen Koloneia doğumlu olan Bizanslı general Mikephoros
Katakalon Kekaumeous’un elinde idi. Kekaumeous, İsaak Komnnenos'un, İmparator
Manuel'e karşı ayaklanmasında ona büyük
destek verdi ve Koloneia'dan ayrıldı. 1058 yılında da Emir Dinar komutasındaki
Türkmen savaşçıları Kelkit Vadisi'ne girerek Şebinkarahisar'ı ve de Kale'yi aldı.
Kale
1068 yılında, aynı yıl Bizans İmparatoru olan Romanos Dıogenes (Romen
Diyojen)'in eline geçti. 1069 yılında da Kaptan Robert Crispin önderliğindeki Norman-İtalya birliği Koleneia’yı
ele geçirdi. 1071'de Bizans İmparatoru olan Romanos Dıogenes (Romen Diyojen)
Malazgirt'e giderken Şebinkarahisar'a uğradığına göre, Kale ve şehir o tarihte
yine Bizansın elinde bulunuyordu.
1071 yılı Malazgirt Savaşı'ndan sonra
Sultan Alpaslan'ın o tarihte adı Kögonya olan Şebinkarahisar ve havalisini Emir
Mengücek'e kılıç hakkı adı altında ikta olarak verdiği bazı tarihçiler
tarafından ifade edilmekte ise de, tarihçi Mükrimin Halil Yinanç, 1074 yılından
itibaren Şebinkarahisar'ın ve Kale'nin, daha doğrusu Kelkit Vadisi'nin Danişmentlerin
hakimiyetine girmiş olduğunu iddia ediyor. Ancak, beylikler arasındaki çekişmeler
sonrasında, 1106 yılında Trabzon Kommenos Devleti Kralı Theodora Gavras
tarafından geri alınan ve oğlu Gregory Toronites’in Dönemi’nde de
Kommenoslar’ın elinde kalan, 1170 yılında Saltuklu hakimiyetine giren kent ve kale, ancak 1173 yılında Mengücekliler
tarafından alındı.
Pars
Tuğlacı, Şebinkarahisar'ın 1174'de Bizans'a geçtiğini, Mengücek Emiri Behramşah'ın
1184 yılında yeniden aldığını belirtiyor. Ne zaman Saltuklulara geçtiği bilinmese de 1202 yılında da
Saltukluların hükümranlığına son veren Selçuklular'ın Kögonya'yı Mengüceklere
bıraktığı tarihçiler tarafından dile getiriliyor.
Erzincan'da
bulunan ve 1162 'den 1225 yılına kadar da beyliği yöneten Mengücek Emiri Fahreddin
Behramşah, Hasan Tahsin Okutan'a göre,
Şebinkarahisar'a yönelik bir Bizans saldırısına karşı o tarihteki ismi Keygune
olarak bilinen Şebinkarahisar'a gelerek Avutmuş'ta yapılan savaşı kazandı.
mevcut kalenin yetersiz olduğundan yıkılmasını ve bugünkü yerine yeni bir kale
ve kale içine bir saray, kale dışında savaşı kazandığı bugünkü Avutmuş
mahallesine ise bir cami yapılmasını emrederek, kent ve kalenin yönetimini oğlu
Muzafferiddin Mehmed’e bırakarak, Erzincan’a geri döndü. Muzafferiddin
Mehmed, de babasının isteklerine uygun
olarak, kalenin en yüksek noktasına bir iç kale, dışarıdan bakılınca tek kat
içeriden dört kat olan kule ve saray ile birlikte yaptırdı.
Hasan
Tahsin Okutan'ın Behramşah'ın yıkılmasını istediğini söylediği kale, kendisinin
Kolonia kalesi adını verdiği muhtemelen Eskiköy yakınlarındaki kale. Habip Rıza
Efendi (Gökçen) de büyüklerinden
işittiğine göre, Behramşah'ın yıktırdığı kalenin Hacıkayası'ndaki eski kale
olduğunu söylüyor.
Pars
Tuğlacı ile Necdet Sakaoğlu ise, Keygune/Kolonia Kalesi'nin Bayramköyde
olduğunu ve Behramşah'ın bu kaleyi yetersiz bulduğunun ifade ediyor. Nitekim Procopius'e
göre, Bizans İmparatoru Justinianus, zamanla zarar gören ve çökmek üzere olan
Nikopolis şehrinin duvarlarını da
yeniden inşa ettirmiş, onları daha yeni hale getirmişti.
Bizans
imparatorlarından, “köylülerin imparatoru” olarak anılan ve 1183-1185 yılları arasında Bizans’ı
yöneten Andronikos I
Komnenos, imparator Manuel I Komnenos tarafından Ermenilerle savaşması
için Vali olarak atandığı Kilikya’ya bulunduğu sırada, Kudüs’te bulunan
imparatorun Kudüs Kralı Baudin’den dul kalan
yeğeni Teodora’yı kaçırarak Kuzey Suriye ve Doğu Anadolu’da Türk
beylerinin ve prensliklere sığındıktan sonra, Şebinkarahisar Türk Beyi'nin
yanına geldi. Şebinkarahisar beyi Trabzon sınırına yakın bir yerde kendisine
yurtluk verince de Şebinkarahisar’a yerleşti ve burada bulunduğu sürede de
Şebinkarahisar Beyi ile Trabzon ve Bizans sınırlarına yapılan seferlere
katıldı.
Fahreddin
Behramşah’ın ölümünden sonra, 1225-1228
yılları arasında Şebinkarahisar Emiri olan Muzafferiddin Mehmed'in kaleyi yeniden
yaptırmayıp onardığı tarihçiler arasında genel kabul görüyor. Kalenin, şu anda
da kullanılan ana kapısının Selçuklu ya da Türk yapımı olduğu konusunda
tarihçiler hemfikir.
Selçuklu
Sultanı Alaaddin Keykubad, 1228 yılında, Şebinkarahisar'ı alması ve Mengücek
egemenliğine son vermesi için Mübarizeddin Ertokuş'u görevlendirdi. Mubarizeddin Ertokuş’un kaleyi
kuşatması esnasında yine İbn Bibi'ye göre, "içeriden ve dışarıdan
kalabalık bir halk katl olundu. Melik, (Muzafferiddin Mehmet) halkın iki taraf
olmasından ve neticenin fenaya varacağından çekinerek kalenin teslimine karşılık memleketin bir tarafından kendisine bir tımar
bağlanması için elçi gönderdi." Önerinin Keykubat tarafından kabul
edilmesi ile, Muzafferiddin Mehmet'e Kırşehir tımar olarak verildi ve Kale Selçuklu egemenliğine geçti.
"İbni
Bibi" adıyla tanınan" El-Hüseyin B. Muhammed B. Ali El-Ca’feri Er-Rugadi"
adındaki 13. yüzyıl Selçuklu tarihçisi, El
Evamirü’l-Ala’iye Fi’l-Umuri’l-Ala’iye (Selçukname) isimli eserinde, Şebinkarahisar
Kalesi'nden “...sınırsız ve benzersiz zahirelere, denizler gibi dalgalanan
derin su sarnıçlarına, kırk depoya, dağlar gibi üst üste yığılmış üç ev dolusu
yağ, bal, badem, şeker, tuz ve oduna ve ‘orada akla gelebilecek her şey en iyi
cinsiyle ve bol miktarda vardı./ Savaş atlarının ve ceng aletlerinin sayısı
hesaba kitaba gelmezdi./ Bin kişi orada yüz yıl yaşasa, seçkin bir süvari
olarak taş gibi kalırdı./ İçecekten, yiyecekten, giyecekten gerekli olan başka
her şeyden ve serilecek eşyadan/ Orada yeteri kadar ve iyi kalitede vardı.
Kimsenin dışarıya bir ihtiyacı yoktu.’ şeklinde tasvir edilen duruma sahip ...”
şeklinde söz ediyor.
Şehirleşme/yerleşme
açısından bu dönemde, Anadolu'daki Karahisar yerleşmelerinin demografik
büyüklüklerinin 100–300 kişi arasında değişen büyüklüklerde olduğu, mekânsal
büyüklüklerinin ise her birinin topografik koşul farklılıklarına göre 0.30–1.20
hektar arasında değişkenlik gösterdiği ifade ediliyor. Koray Özcan, bu çerçevede
Şebinkarahisar'ın 300 kişi kapasiteli
1.20 ha yüzölçümünde bir yerleşme/kale olduğunu ileri sürüyor.
Selçuklu
döneminde örgütlenmiş Anadolu yerleşme sistemi içinde Karahisar
yerleşmelerinin, Selçuklu savunma sisteminin mekânsal unsurları olarak siyasal
sınırların güvenlik ve denetimin sağlanmasının yanı sıra dışsatım ürünü olarak
ekonomik milletlerarası düzeyde potansiyele sahip maden kaynaklarının güvenli
olarak işletilmesi ve pazarlanmasına yönelik işlevlere de hizmet ettiği söyleniyor
ki, özellikle de Şebinkarahisar bu niteliği haiz olarak kabul ediliyor.
Karahisar yerleşmelerinin, yiyecek ambarları, cephanelikler, sarnıçlar gibi
zorunlu yaşamsal gereksinimler ile cami ya da mescid gibi Türk–İslâm
kolonizasyon yapılarından oluşan mekânsal öğeleri, askerî işlevlerin mekânsal
yapı üzerindeki etkisini ortaya koyması bakımından önemli sayılıyor.
1243 Kösedağ Savaşı’nın ardından
oluşan kargaşadan yararlanan Trabzon Rum imparatoru I. Manuel Kommenos, kaleyi
ele geçirse de, Şebinkarahisar Moğolların
1256 yılında başkenti Tebriz olmak üzere ve Anadolu'yu da kapsar şekilde kurduğu
İlhanlıların egemenliğine girdi.
1277 yılında Memlukler
ile Moğollar arasında yapılan ve Moğol ordusunun tamamen yok edildiği Kayseri
yakınlarında yapılan savaşta Selçukluların yer almamasından Selçuklu yöneticisi
Pervane Muineddin Süleyman'ı sorumlu tutan ve Anadolu'ya gelen İlhanlı
Hükümdarı Abaka Han, yanına Pervane'yi alıp onun mülke dönüştürdüğü iktası
Kögonya'ya geldi. Abaka Han, çok sağlam olan Kögonya Kalesi'nde Pervane'nin
hazinesini sakladığını bildiği için hem hazineyi ve hem de kaleyi almak istedi.
Sahip sıfatı ile Pervane, Kale'ye giderek kalenin Abaka Han'a teslim edilmesini
söyledi. Kale'nin kütüvali'si (muhafızı) Seyfeddin, "sen artık
esirsin" diyerek efendisinin emrini yerine getirmedi.
Zaman içinde zayıflayan otorite
boşluğundan yararlanan İlhanlı veziri Emir Timurtaş’ın oğlu Şeyh Hasan-i Küçük,
“Şebinkarahisar Beyliği”ni kurdu. 1330 yılında kurduğu beylik yönetimini 1338
yılına kadar sürdüren Şeyh Hasan-i Küçük, amcası Surgan İbn-i Çoban’ı Kalenin o
tarihte meşhur olan zindanlarına hapsetti.
Kale, 1343 yılında da Eretnalılar’ın
eline geçti ve 1357 yılına kadar da Eretnalıların kontrolünde kaldı. Emir
Eretna, Şebinkarahisar'ı aldığında Çobanlı Şeyh Hasan-ı Küçük'ün Şebinkarahisar
Kalesi'nde hapsettirdiği amcaları Surgan ve Yağı-Bastı Beyleri serbest bıraktı.
Hasan Tahsin Okutan'a göre bu tarihte Şebinkarahisar, tam olarak kim olduğu
bilinmeyen Behramşah isminde birinin yönetiminde idi. Onun ölümü ile Alaeddin
Eretna Şebinkarahisar'a Rükneddin Kılıçaslan'ı emir olarak tayin etti. Bu atama
Behramşah'ın oğulları Melik Ahmet ve Melik Nebi'yi rahatsız etti. Yine Hasan
Tahsin Okutan'a göre, Alaaddin
Eretna'nın ölümünden sonra ise
Melik Ahmet Şebinkarahisar'ın yönetimini ele geçirdi.
1362 yılında Erzincan için Sivas'tan
diğer deyim ile Eretna'dan ayrılan Emir Pir Hüseyin Şebinkarahisar'ın yeni beyi
oldu. Emir Pir Hüseyin'in aynı yıl Erzincan'ı ele geçirmesinden ve buradan
ayrılmasından sonra Şebinkarahisar, Koyulhisar'da bulunan ve "Rükneddin"
ek ismini kullanan Kılıçaslan'ın eline geçti.
Rükneddin Kılıçarslan'ın 1380 yılında
Kadı Burhaneddin tarafından öldürülmesinden sonra, Şebinkarahisar Melik
Ahmet'in eline geçti. Prof Dr. Yaşar
Yücel'e göre ise Eretna Beyi Mehmet'in
naipliğini alan Kadı Burhaneddin, hapiste olan Emir Malik Ahmet'i çıkararak Şebinkarahisar'ın
emaretini ona verdi. Şebinkarahisar Melik Ahmet'in ilk yaptığı iş, Kılıçarslan
tarafından Kalede hapsedilen Seyyid
Hüsam'ı salıvermek oldu. 1394 yılı baharında Şebinkarahisar'ı kuşatan ve
başarılı olamayan Kadı Burhaneddin tüm çabalarına rağmen ölene kadar
Şebinkarahisar'a boyun eğdiremedi. Melik
Ahmet ve 1404 yılında onun ölümünden sonra Şebinkarahisar'ı yöneten oğlu Hasan
Bey ile Osmanlı şehzadesi Çelebi Mehmet arasında iyi ilişkiler vardı.
1403 yılında yerel Türkmen Beyi
Gözleroğlu Şebinkarahisar kalesini kuşattı. Osmanlı tarihçisi Neşri'ye göre, Amasya'da
bulunan Çelebi Mehmet'e "..ansızın
haber geldi ki, Gözleroğlu Ali Bey sekizyüz ev kadar kişi ile gelip
Karahisar'ın üzerine düştü ve şehrini alıp hisarını kuşattı. Kale halkı gayet
bunalmıştır...yardım yetişmezse hisar elden gider, .. O gün bütün gece
yürüdüler, sabah olmadan düşmana yetiştiler. Sabahtan öğleye kadar savaşarak
dünyayı düşmanın gözünde dar ettiler. Gözleroğlu kaçtı.."
1418 yılından bağımsızlık ilan eden
Karakoyunlu Yusuf Bey, Akkoyunluların elindeki Erzincan'ı alarak Pir Ömer'i
vali tayin etti. Erzincan Valisi Pir Ömer bağımsızlık ilan ederek 1419 yılında
Şebinkarahisar’ı kuşattı. O tarihte Şebinkarahisar hakimi olan Malik Ahmet'in oğlu Hasan Bey, Amasya Valisi
Şehzade Murat'tan yardım istedi. Pir Ömer, Osmanlı kuvvetleri tarafından ağır
bir bozguna uğratıldı. Bununla birlikte, Pir Ömer Şebinkarahisar Kalesi'ni
fethetti. Kale ve Şebinkarahisar 1422 yılında Akkoyunluların eline
geçti. 1457 yılında meydana gelen bir ayaklanmayı bizzat Uzun Hasan Şebinkarahisar'a gelerek bastırdı.
Yine
şehirleşme/yerleşme açısından özetlemek gerekirse, yukarda da görüldüğü ve
Koray Özcan'ın da belirttiği gibi, genelde Anadolu'daki Karahisar'lar ve özelde
Şebinkarahisar ve Kale'si, Selçuklu Devleti’nin İlhanlı tabiiyetine girdiği gerileme
ve çöküş döneminde, Selçuklu savunma sisteminin bozulmasına dayalı olarak, kimi
zaman İlhanlı yönetimine başkaldıran Türkmen grupların veya meliklerin denetim
ve gözetim altında tutulduğu sürgün yeri, kimi zaman da İlhanlı tabiiyetindeki
Selçuklu sultanları ya da emirlerinin kişisel servetlerini sakladıkları
merkezler olarak kullanıldı.
İlhanlı
tabiiyet dönemi sonunda, Selçuklu Devleti’nin gerek siyasal gerekse kurumsal
açıdan yıkılması ile ortaya çıkan çok parçalı siyasal yapılanmalar döneminde
ise, “Türk Beylikleri” olarak tanımlanan yerel siyasal yapılanmaların
örgütlendiği yerleşmelerden biri haline gelen Şebinkarahisar, Osmanlı döneminde
ise Anadolu’nun siyasal–askeri koşul ve önceliklerinin değişmesine dayalı
olarak yeniden örgütlenen ulaşım ve haberleşme ağı kapsamında yer aldı.
OSMANLI'DA
KALE
Bilindiği gibi, Kale'yi ve de Şebinkarahisar'ı,
Fatih Sultan Mehmet Osmanlı topraklarına kattı. 1473 yılında Uzun Hasan'la
savaş için yola çıkan Fatih, Şebinkarahisar önlerine geldiğinde, Avusturyalı
tarihçi Joseph von Hammer'in 1827-1835 yılları arasında yazdığı Osmanlı tarihi
ile ilgili kitaptaki anlatımı ile, "(Sadrazam) Mahmûd Paşa dîvân-ı
hümâyûnda evvelâ Kara-Hisar kalesinin fetholunması lâzım geleceğini ve o kadar
müstahkem bir kalenin ordunun arkasında ve düşmanın elinde bırakılmasının pek
tehlikeli olduğunu söyledi. Fatih de bunun üzerine hiddetlenerek 'maksad
kaleler fethi değil, ordular mağlûp etmektir' dedi"
Tursun Bey tarafından II. Beyazıt
döneminde yazılan Tarih-i Ebü'l-Feth
isimli kitaptaki ifade ile, "Azerbaycan kalelerinin en ünlüsü olan,
sarplık ve sağlamlığı ile kale -ki ne
kale ki burcu göğün en yüce katı/bozulmaya karşı korunmuş, zarara karşı
güvenli-" Şebinkarahisar Kalesi savaş dönüşü fethedildi. Benzer şekilde, Hammer de Kale'den "Ermenistan'ın o kısmının
en müstahkem mevkilerinden" şeklinde bahsediyor.
29
Ağustos 1473 (5 Rebiülahır 878)
tarihinde Fatih Sultan Mehmet tarafından
Şebinkarahisar'da yazılarak, Timur'un torunu ve Horasan Emiri Hüseyin
Baykara ile Kastamonu Valisi Şehzade
Cem'e gönderilen zafernamede
Şebinkarahisar Kalesi'nin alınması şöyle anlatılıyor: "..ondan sonra
rebiülevvel ayının yirmi dokuzuncu çarşamba günü oradan (Burada bahsedilen Bayburt)
kalkarak Karahisar üzerine geldik.
Tanrının inayeti ile topları kurup kalenin duvar ve sefillerini yıkmaya
başlar başlamaz içindeki Lala şeyhi Dara Bey aman dileyerek çıkıp Mahmudi Paşa
Bey'e yalvarmışlar. Mahmudi Paşa Bey
onları alıp, şefaat dileyerek gelmeleri
üzerine biz günahlarını bağışladık.
Karahisar'ın eski raiyet ahalisini hisardan çıkarmayarak, kendi
adamlarımızdan bin kişiyi, bol zahire ile Karahisar'a koyduk. Diğer asker nüfusu oradan kaldırarak birlikte
götürmekteyiz. Şimdi tanrı inayeti ile kışlamak üzere İstanbul'a gelmekteyiz...Tarih
sekiz yüz yetmiş sekiz yılan yılı
rebiülahır ayının beşinde
Karahisar'da iken yazıldı."
Fatma Acun'a göre, fetihten sonra
oluşturulan idari yapılanmanın merkezi olan Şebinkarahisar'a Mevlâna Seydi
Sadreddin adlı kadı tayin edildi, bölgeyi idare etmek üzere bir serasker, bir
de zaim görevlendirildi. Kale'de ne tür düzenlemeler yapıldığı henüz tam olarak
saptanabilmiş değil, ancak 1485 yılında yapılan ilk tahrir defterinde Kale ile
ilgili görevler ve görevleri yürüten isimler yer alıyor.
Fethedildiğinde, bir kale, bir grup
gayrimüslim ve kalede yaşayan Müslüman asker nüfustan oluşan Şebinkarahisar,
devletin uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalar ile zaman içinde şehir niteliğine
kavuştu. Osmanlı-Akkoyunlu çekişmesi nedeniyle
köylerin % 40'ı boşalmış olmasına rağmen, kalesi ve şap madeni sayesinde
sadece Şebinkarahisar'da yerleşik önemli bir nüfus bulunuyordu. Yine kalesi ve
şap madeni sayesinde de zaman içinde Osmalının idari yapılanması içinde önemli
bir konuma ulaştı. Bayburt ve Kemah'ın Osmanlı topraklarına katılmasına kadar
sınır bölgesinde kalan Kale'si ile başlangıçta idari-askeri şehir iken,
1520'den itibaren, bugün Ordu, Giresun, Sivas'ın merkez ve ilçelerinden oluşan
olan büyükçe bir bölgenin yönetim merkezi oldu.
Yavuz Sultan Selim'in Trabzon
Valiliğindeyken kardeşi Şehzade Ahmet ve babası II. Beyazıt ile yaşadığı iktidar çekişmesinde,
Şebinkarahisar tartışma konusu oldu. Trabzon Valisi Şehzade Selim, 1509 yılında Süleyman'a (Kanuni) sancak
verilmesi hususunda yaptığı müracaata aldığı cevapta ona Sultanönü sancağının
verilebileceğini, bunun uzak olduğu ileri sürülürse Giresun, Körtun (Kürtün) ve
Şiryan'ın (Şiran) tahsis olunabileceğini öğrendi. Babasına yazdığı mektupta,
"Körtun subaşılığı galiba onaltıbin akçe yazar veya cüzi ziyadesi vardır.
Giresun ise sadece bir kaladır. ...Şiryan nahiyesinin dahi köy suretli kaç köyü
var idüği ve yazusu ve hasılı ne idüği defterde yazılıdır ve halkın malumudur.
Esasen yarısından çoğu da kızılbaşların elindedir" gerekçesi ile teklifi
reddedip, Karahisar-ı Şarki'nin veya Kefe'nin verilmesini istedi. Süleyman'a
Karahisar'ı Şarki verildi ancak Amasya Valisi bulunan Şehzade Ahmet, kendi
vilayetine bitişik olan buranın Süleyman’a verilmesine razı olmadı.
XVI. yüzyılın ikinci
yarısında yaşayan Osmanlı tarihçisi Gelibolulu Mustafa Ali, "Kühnü'l-ahbar"
isimli kitabında, Şebinkarahisar teklifi reddedilen Selim’in burayı zorla
ele geçirmek için hareket edip sancak
beyini kaçırttığını, onun da gidip II. Bayezid’e durumu bildirdiğini belirtiyor. Süleyman'ın Karahisar-ı Şarki'ye gelip göreve
başlayıp başlamadığı belli değil. Ancak bazı yazarlar Kanuni'nin
Şebinkarahisar'da bir süre görev yaptığını ifade ediyor.
Bu arada, Kefe'ye
Süleyman'ın yanına giden Şehzade Selim ile babası arasındaki görüşmeler
sürerken, Şehzade Ahmet babasına yazdığı bir mektupta Selim'in Trabzon'a
dönmediğini, dönüşünü sağlamak için
Karahisar-ı Şarki'nin ona verildiğini duyduğunu, böyle bir şey olursa
sert şekilde müdahale edeceğini, bu bölgenin kendi denetiminde olduğunu ifade
etti.
Yavuz
Sultan Selim padişah olduktan sonra, 1514 yılında yapılan Çaldıran Savaşı
dönüşünde, "Şiran-Cengariş-Hoca Pireyvan'ın yanından-Çalgan-Aluhaza
(Alucra)-Alişar-Karahisar-ı Şarki" güzergahını izleyerek Şebinkarahisar'a
gelen padişah, cephaneyi ve topları Kale'ye bıraktı. Kendisi kışlamak için Amasya'ya
gitti. 1515 yılında bir kanunname ile Karahisar-ı Şarki sancağı kuruldu,
yönetimi de Emir-i Ahur Bıyıklı Mehmet Bey’e verildi.
Şebinkarahisar,
aynı yıllarda Yavuz Sultan Selim’in kardeşi Ahmet’in oğlu, yani yeğeni Murat’ın,
kısa süreli isyanına sahne oldu. Bu yıllarda Şebinkarahisar’a gelip, kurduğu
gizli örgütün organize ettiği isyan, Yavuz’un gönderdiği kuvvetlerle bastırıldı.
Bu isyan sırasında kalede önemli hasar meydana geldi.
1530 tarihli vergi
defterindeki verilere göre Karahisar Kalesi'nde toplam 265 personel bulunuyordu.
O tarihli bir vergi kaydına göre de, Karahisar kalesinde bulunan "cebehane
ve anbarlarda" saklanan aletler şöyledir. Top-ı ser, top-ı Şayka, top-ı
havanî, top-ı zarabzen, pırangı eleklü, zarabzen eleklü, tüfenk, kundak, kabza,
sanduk-u tüfenk, Şemşir (kılıç), geman, sanduk-u tir, urgan, gönderdemreni,
mismar-ı bözük (mıh, demir kazık) kantar, burgu, kazma, külünk, varya, kürek,
teber, zırh, çatma-i kadife, toğulga, Polat, top otu, bal, baz-ı revgan, Şurb, 751
hınta 27 Şair, 1202 erzen.
Kanuni
Sultan Süleyman döneminde ayrıca şehzadeler arasındaki çekişmeye taraf olduğu
gerekçesi ile Karahisar-ı Şarki Kalesi dizdarı Kanuni'nin gazabına uğradı.
Şehzade Mustafa'nın, babası tarafından boğdurulmasından sonra Şehzade Beyazıt
ile Şehzade Selim arasında, Kanuni'nin sağlığında taht çekişmesi yaşandı.
Kardeşi ile yaptığı savaşı kaybeden Şehzade Beyazıt, Karahisar-ı Şarki yolu ile
İran'da hüküm süren Şah Tahsmab'a sığındı. Kanuni'nin fermanından anlaşıldığına
göre, Karahisar-ı Şarki Kalesi dizdarı,
İran'a giderken Şebinkarahisar'dan geçen Şehzade Beyazıt'ın elini öpüp ona un,
atlarına nal verdi. Tabi ki, sonu da iyi olmadı.
1559
tarihli fermanda Kanuni şöyle diyor: "Kara-hisar-ı Şarki Beyine ve Kadısına Hüküm ki: Bundan bir
süre önce firar eden Şehzade Bayezid o bölgeden geçtiği zaman kale dizdarı olan
kimse kaleden inip elini öptüğü at nalı, un ve arpa verdiği ve ziyarette
bulunduğu ile ilgili hususun bilinmesi lazım. Buyurdum ki: Varınca bizzat sahip
çıkıp, hak üzere iyice araştırıp göresin. Ziyarete gitme işi olduğu gibi kalede
adı geçen dizdar o anda kaleden inip adı geçenin elini öptüğü kesin ise
hapsedip olayı arz edesin ve arz etmekten çekinmeyesin. Himaye edip olayı arz
etmekten çekinirsen ona olacaklar size olur. Ona göre, olayı hak üzere arz
edesin"
Celali Ayaklanmaları ve aynı dönemde etkili olan olumsuz
iklim koşulları nedeniyle, "Büyük Kaçgunluk Dönemi" adı verilen dönem
zarfında, ayaklanmaların en yoğun olduğu bölgede yer alan Karahisar-ı Şarki
halkının bir kısmı Gürcistan'a kaçtı ve
bölgedeki nüfusun yaklaşık % 40'ı göç etti.
1622 yılında Şebinkarahisar Kalesi ve şehir Abaza Mehmet
Paşa’nın isyanında saldırıya maruz kaldı. Genç Osman'ın yeniçeriler tarafından
öldürülmesinin öcünü alacağı gerekçesi ile ayaklanan ve eline geçirdiği
yeniçerileri öldürten Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmet Paşa, tarihçi İsmail
Hakkı Uzunçarşılı'ya göre Şebinkarahisar'ı aldı ve Sancak Beyi Murtaza Paşa'yı
kendine iltihak ettirdi. Hammer ve Hasan Tahsin Okutan ise Osmanlı tarihçisi
Naima'dan naklen, kaleyi alamayacağını anlayınca muhasarayı kaldırıp gittiğini
ifade ediyorlar.
Naima'ya
göre, daha önce Karahisar-ı Şarki'yi savunmak için gönderilen Murtaza Paşa,
Hacıkayası denilen büyük yekpare taş üzerine bir kale yaptırıp, yanında yer
alan Taban Ahmet ve diğer kişilerle birlikte muharebeye tutuştu. Ancak asiler
çok olduğundan Murtaza Paşa ve yanındakiler kaleye çekildi, diğerleri de kaleyi
muhasara altına aldı. "Bu kale dik bir kaya üzerine yapılmış olup içinde
tarla ve bağlar bulunduğundan kuşatanların bütün gayretlerini hafife alırmış
gibi görünüyordu" Murtaza Paşa
kendini savunacak yerde kaleden çıkarak Abaza'nın yanına gitti. Ancak yanında
yer alan Bekir Çavuşoğlu Osman Bey, Baki Bey ve Taban Ahmet, kalede kapanıp kuşatanların üzerine kanlı
hücumlar yaptılar. "Abaza Paşa gördü ki, muhasara ile kaleye zafer münhal
ve her gece şebhun ve hasarat eksik değil, Karahisarı beklemekle kendi karı
ileri varmaz, Karahisar üzerinden leşkeri ile kalkıp revane oldu"
Her
ne kadar Naima, Murtaza Bey'in Hacıkayası üzerine kale yaptırdığını yazmakta
ise de, Celali Ayaklanmaları döneminde Kale'nin hasar gördüğünü ve Murtaza
Bey'in de Kale'yi onardığını kabul etmek gerekiyor.
1643
yılındaki tahrire göre, Kale'de 140 kişi vardı. Yine 1647'de Karahisar-ı
Şarki'ye gelen Evliya Çelebi'ye göre Kale'de 70 kadar ev bulunmakta idi.
1814
yılında, Osmanlı'ya karşı ayaklanmış ve Trabzon'u dahi ele geçirmiş olan, Rize
ayanlarından Tuzcuoğlu Memiş Ağa, 1816 yılında Karahisar-ı Şarki'ye saldırdı ve
Kale'yi ele geçirdi. Tuzcuoğlu Memiş Ağa'nın Şebinkarahisar'a saldırısının
arkasında, Kale'yi ele geçirmekten çok, Trabzon Valisi olan Hazinedarzade
Süleyman Ağa ile arasındaki çekişme yatıyor. Hazinedarzade Süleyman Ağa aslen
Şebinkarahisar'lı Çeçenzade Hasan Paşa'nın damadı. Onun Memiş Ağa ile aynı
konumda yani Şebinkarahisar Ayanı iken Trabzon'a Vali yapılması ve yine aynı
tarihlerde Çeçenzade Hasan Paşa'nın da Trabzon Kaymakamı ve Vali vekili olması,
Memiş Ağanın kabul edemediği durum.
Şebinkarahisar
ve de Kale, uzun yıllar Osmanlı kervan ve ordu yolu üzerinde yer aldı. Daha
önce Romalılar, Bizanslılar ve Selçuklular tarafından kullanılan Anadolu
yolları Osmanlılar tarafından onarılarak kullanılmaya devam edildi.
Rumeli
ve Anadolu birtakım kollara taksim edilmişti. Genellikle şehir ve kasabalardan
geçerek ülkeyi baştan başa kateden uzun mesafeli güzergahlara, aynı
zamanda bir nevi coğrafi taksimatı da
ifade etmekte olan "kol" adı
verilirdi. Bunlar sağ-kol, sol-kol ve orta-kol gibi tabirlerle birbirinden
ayrılırdı. İstanbul-Erzurum arasında yer alan ve "sol kol" adı
verilen yol, Merzifon'a kadar orta kolun
izlediği güzergahı izleyerek buradan Ladik-Niksar-Karahisar-ı Şarki-Kelkit-Aşkale-Erzurum
yoluyla Hasankale'den bir kol Kars'a diğer bir kol da Tebriz'e ulaşıyordu.
Yine, Kuzey Kervan Yolu da, İstanbul‘dan Erzurum'a ve oradan da İran'a
uzanırdı. Sapanca'dan itibaren Mudurnu-Bolu Amasya güzergahını takip ederek
Tokat'a ve oradan da Şebinkarahisar-Kelkit-Aşkale'den Erzurum'a ve buradan İran'a
devam ederdi.
Burada
şunu da belirtmek lazım, Fatih Sultan Mehmet 1473 Otlukbeli Seferine, Yavuz
Sultan Selim 1514 Çaldıran Seferine, Kanuni Sultan Süleyman 1534 Irak Seferine
ve 4. Murat 1635 Revan Seferine giderken, Kelkit Vadisi'nden geçmelerine
karşın, Kale'ye uğramadı. Ancak, Fatih Sultan Mehmet'in 1463 Trabzon Seferi'ne
giderken o sırada Uzun Hasan'ın elinde olan Şebinkarahisar'dan geçtiği ifade
ediliyor.
Kale'nin
ne zaman terk edildiği tam olarak bilinmiyor. Rumların iddiasına göre Kale 1870
yılına kadar askeri ihtiyaçlar için kullanıldı. Hasan Tahsin Okutan da, Habib
Rıza Efendi'den naklen Kale’nin son sakinleri olan Fazlıoğlu Süleyman,
Topçuoğlu Mehmet ve Gürgür Hoca adı ile bilinen Hoca Mehmet Efendi'nin 1873
yılında şehre taşındığını ifade ediyor. Ancak
seyyah J.G. Taylor'un anlatımlarında kalede yaşayanlardan
bahsedilmediğine göre, 1866 yılından önce kalenin terk edildiğini kabul etmek
gerekiyor.
1915
yılında, Ermeni İsyanında Kale terk edilmiş halde idi. İsyanın ilk gününde
kaleye çekilen Ermeniler, isyan süresince de kalede kaldılar. Neşet Paşa
komutasındaki destek kuvvetleri, Bayramköy sırtlarına yerleştirilen adi dağ
topları ile kaleyi top atışına tuttu. Bu topların atışı yetersiz kalınca,
Sivas’tan getirilen mantelli toplarla atışa devam edildi. Kale surları bu
atışlarla büyük ölçüde tahrip oldu.
KALE
GÖREVLİLERİ
1530
yılında Şebinkarahisar Kalesi'nde bulunan görevliler ve sayıları tahrir
defterinden saptanabiliyor. Buna göre, o tarihte kalede 1 Dizdar, 1 Kethüda, 1
Katip, 1 Hatip ve İmam, 2 Anbari, 1 Bevvap (Kapıcı), 1 Pasbani (Bekçi), 6
Barutçu, 8 Tuti, 6 Cebei, 3 Mehteran, 1
Neccar (Marangoz), 1 Haddat, 1 Seng-i traş (taş yontucu), 191 Merdan-ı Kal'a
(kale askeri), 1 Azeban Reisi, 49 Cemaat-i Azeban (Azeb askeri) görev yapıyor.
1643
yılında Kale'de bulunan görevliler ve sayıları ise şöyle. Dizdar (2), Kethüda
(4), Zaim (24), Cebelü (4), Mehteran (5), Ulufeciyan (1), Silahdaran (6),
Yeniçeri/beşe (66), Merdan-ı Kal'a (148)
Bu
rakamlar, Şebinkarahisar Kalesi'nin Osmanlının klasik döneminde, çevrenin
güvenliğini sağlayan önemli bir askerî ve ticari merkez iken 17.yüzyılda öneminin azaldığını ortaya koysa da, her
alanda olduğu gibi, kalelerdeki yaşam ve görevlilerin seçimi, görevleri ile
ilgili, aynı zamanda o tarihlerde Kale'deki yaşam hakkında bize bilgi de veren,
kurallar vardı.
Kanuni Sultan Süleyman
dönemine ait Tımar ve Taşra Teşkilatı Kanunnâmesinde, bu konu ile ilgili olarak, "Her kal‘anın
cebehânesi ve top ve tüfengi ve yarağ ve cemî-i âlât- ı harb hıfzına dizdar ve
kethüdâ ve neferâtı vardur ki, taa‘yin olundukları kal‘anın burûc u bârûsunu
leyl ü nehar deverân u güzerân ederler. Dâ’im hizmetleri kal‘aların hıfz u
hirâsetidür. Bu tâifeye “hisar erleri” derler. Ve Dizdar ve kethüdâ ve
neferâtının icmallü tımarları vardır; gedik i‘tibar olunmuşdur, arpalık
gibidir. Hizmetlerinde dâim ve kâ’im olduklarınca timar ve gedükleri bilâ-
sebeb ellerinden alınub âhara verilmez. Şöyle ki, içlerinden bir gedik mahlûl
olsa, tîmâr ile gedüği, müstehak oğlu var ise oğluna ve illâ yine kal‘a
mülazimlerinden (ol gedüğin fennine mâhir ve) hizmetlerine kadir bir kimesmeye
verilir. Ve dahi bunların azl ü nasbı ve rabtı dizdarlarına mahsûsdur.
Arzlarına i‘tibâr olunur" deniliyor.
Dizdar kalede görev yapan komutana
verilen isimdir. Dizdar, kaleyi daima korumakla yükümlü olup kale
muhafızlarının başı idi. Dizdarlar gündüzleri olduğu gibi geceleri de sürekli
kalede bulunmak zorundaydı. Kaledeki askerlerden ve kalenin durumundan
tamamıyla dizdar sorumluydu. Merkezden dizdarlara hüküm veya emirlerin bizzat
gönderilmiş olması da onların sahip oldukları önemi göstermektedir. Dizdar,
şehrin ve kalenin güvenliğinden sorumlu olup sefere çağrılması halinde sefere
katılmakla da vazifeli idi. Haiz olduğu makam itibariyle beylerbeyi ve
sancakbeyine bağlıydı. Dizdarlar görevlerini icra ederken yaptıkları işlerin
İslam hukukuna uygunluğu bakımından da kadıya karşı yükümlüydü.
Dizdarlar
iç kalede bulunan ambarların korunması ve depolanması, iç kale ve dış kale
surları ile şehrin giriş ve çıkışlarını sağlayan kapıların denetlenmesi, kalede
bulunan cephanenin kontrol edilmesi, tüccarlara ait değerli mal ve paraların
muhafazası ve kalede bulunan mahkûmların denetlenmesi gibi işlerden sorumluydu.
Ayrıca bunlar müstahfızlarla (kale erleri) birlikte beylerbeyi ve yeniçeri
ağasının gerekli gördüğü hallerde kale tamiratında da görev alabilmekteydi.
Kalede görev alan dizdarlar kapıkulu ocaklarının yeniçeri, cebeci, sipahi gibi
bölüklerine mensup kişiler arasından seçilmekteydi. Kaleye dizdar olarak
atanacak olanların yaşlı ve tecrübeli olanları tercih edilirdi. Kaledeki kethüda
ve kale erlerinin dışında kale surlarındaki kapılardan sorumlu bevvablar da
dizdara bağlıydı
Kale
Kethüdası, “mâl-ı mîrîye ve kal‘aya hizmet eylemekde” dizdarın yardımcısı olup,
kale dizdarı ile birlikte kaledeki erlerin dirlik ve düzeninin yerine
getirilmesinden sorumluydu. Kethüdanın atanmasında da dizdar atanmasındaki
yöntem takip edilirdi.
Azeb
kelimesi henüz evlenmemiş bekâr erkek veya kadın anlamına gelmektedir. Fuat
Köprülü, "azeb" kelimesini, şehirdeki yerli asker olarak tanımlıyor.
Bu askeri sınıf ilk yıllarda Osman Bey’e bağlı olarak kurulmuş ücretli
askerlerdi. Yeniçeri Ocağı kurulmadan önce devletin daimi ordusunu oluşturdu.
Yeniçeri Ocağı kurulduktan sonra da varlıklarını sürdürdü ve XV. yüzyılın
ortalarında sayıları 30 bini buldu. Azeblerin ataması beylerbeyinin arzı ve
padişahın berâtıyla olurdu ve bunlar mahallinden temin edilirdi.
Cebeci, harp aletleri levazımı yapan, bunları
muhafaza ve harpte mevzilere kadar sevk eden askerilere verilen isimdir.
Kapıkulu askerlerinin yaya kısmına mensup olan cebecilerin hükümet merkezindeki
cebehane denilen silah deposundan başka önemli hudut kalelerinde de ayrıca büyük
silah depoları ve buralarda hizmet gören muhafız cebecileri bulunuyordu
Çavuş, Osmanlı Devleti’nde katip mertebesinde
bulunan ve elcilik ve muhaberat gibi işlerin yanı sıra, divanlarda da (merkez
ve taşra) görev yapan kişidir.
Yeniçeriler, eyaletlerde ve
hudutlarda kale muhafızı olarak bulunup üç yılda bir değiştirilir, yerine
İstanbul'dan yenileri yollanırdı. Osmanlı Devleti’nin önemli hudut kalelerinde
merkezdeki yeniçeri ocağından hariç olarak gönüllü yeniçeriler mevcuttu. Kalelerin
merkezden uzaklıklarına göre yerli yeniçeri efradının sayısı ve çeşitliliği
değişmiş, stratejik öneme haiz kaleler iç bölgelerde dış tehdide maruz olmayan
kalelerden çok daha kompleks bir yapıda teşkilatlandırılmıştı. Yeniçerinin
emekli olanına da "Beşe" adı verilirdi.
Selçuklu Kapısı, Fotoğraf Mehmet Yeles, 1993
Selçuklu Kapısı, Fotoğraf Mehmet Yeles, 1993
SEYYAHLARIN
GÖZÜ İLE KALE
1647’de
Şebinkarahisar'a gelen Evliya Çelebi, kaleden “...150 kadar timarlı kale efradı vardır. Göklere baş uzatmış bir
yüksek dağın ta tepesinde yedi köşeli bir kaledir. İlk bakışta direksiz ve
serensiz kalyon gemi gibi görünür. Yedi tarafından da duvarlarının yüksekliği
yetmiş zira’dır. Yetmiş burç, yüz bedendir. Etrafı 3 600 adımdır. Dört
çevresinde cehennem kuyusu gibi dereleri olduğundan hendeği yoktur. Üç kat kavi
demir kapıları vardır. Gece ve gündüz bekçileri muhafaza ederler. Çünkü
Karadenize yakın köylerin ahalisi Kazak korkusundan kıymetli malalarını hep bu
kaleye saklamışlardır. Kale içinde yetmiş kadar ev vardır. Ama evleri dar,
susuzluktan ahali perişandır. Eşeklerle ta aşağı nehirden su getirirler. Su
yolları vardır, fakat kuşatma zamanı işler. Kale içinde su sarnıcı, buğday
ambarlarında yüz yıllık darı ve pirinç çeltiği bulunur. Lakin iç vilayet
olduğundan cephanesi, küçük elli parça topu, kalesine göre az verilmiştir.
Neferlerinin yarısı Defterzade efendimizin timarı ile Guniye’ye kaldırıldı. Bu
kalede küçük Fatih Camii vardır. Diğer imaret camileri aşağı varoştadır..."
şeklinde bahsediyor.
1858’de Şebinkarahisar'a gelen, o
tarihte Osmanlı Devleti'nin hizmetinde çalışmakta olan Alman Şarkiyatçı Tarihçi
A. D. Mordtmann, "Anatolien, Skizzen und Reisebriefe aus Kleinasien 1850-1859"
adındaki eserinde, Şebinkarahisar’dan kısaca söz ediyor. Mordtmann, daha çok
kentin etnolojik yapısı ile ilgili bilgilerle birlikte, kalenin manzarasının güzelliğini belirterek,
bu kaleyi Diyarbakır’dan daha güzel bulduğunu ifade ediyor.
1866 yılında gelen İngiliz
diplomat ve seyyah J.G. Taylor ise, “Journal of a Tour in Armenia, Kurdistan
and Upper Mesopotamia, With Notes of Researches in the Deyrsim Dagh in 1864”
adlı gezi notlarında
Kale'nin o zamanki durumu hakkında ayrıntılı bilgi veriyor.
"17
ağustos 1866 – Bu sabah erkenden Karahisar’ın göz alıcı eski kalesini ziyaret
ettim. Bazı yerleri insanlar tarafından yapay olarak bazı yerleri de doğal
nedenlerle yontulan üzerine kale inşa edilmiş olan kaya, dağlık araziden 1.5
mil uzaklığında ayrı bir konumda bulunmaktadır. Buranın dağlık araziye küçük
bir tepeyle bağlantısı sağlanmıştır. Kalenin bulunduğu bu tepe yaklaşık 200
metre yüksekliğindedir ve bulunduğu çevre ise yaklaşık 5 kilometre karelik bir
çapa sahiptir. Bu kalenin en yüksek noktası kuzeye bakan yerde olan kalenin
zirvesi düz bir yapıya sahipti ve bu zirve kalenin bulunduğu tepeden yaklaşık
30 metre daha yukarıdaydı. Eski duvarlar tarafından çevrelenen ve çevresi
yaklaşık 2.5 km olan kalenin zirvesi güneye doğru meyillidir. Kalenin ana kapısı batı yönüne
açılmaktadır. Bu eski yapı sembolleri iki başlı kartal olan Selçuklular
tarafından tamir ettirilmiştir ve bu iki başlı kartal figürü kalenin kapısının
kemerinde bulunan bir taşta bulunmaktadır. Buradan eski kalenin yerine kadar
her yer bazı eski yapıların enkazlarıyla doludur.
"Şu
anda burada yaklaşık 25 metre yüksekliğinde ve 10 metre çapında sekizgen bir
kule bulunmaktadır. Bu kulenin iç kısmında yukarıya doğru çıkan bir merdiven
bulunmaktadır. Duvarların içindeki kereste kalıntıları bize buranın üç kattan
oluştuğunu ve duvarların bazı yerlerine pencerelerin yerleştirilmiş olduğunu
göstermektedir. Bu kule kalenin kuzey ucunda yer almaktadır. Bu kulenin güney
kısmında bulunan iç kalenin giriş kapısı Romalılara aittir.
"Daha
aşağıda avlunun dışında güney kısımda kutsal Bizans kilisesinin ve küçük bir
tapınağın kalıntılarına rastlıyoruz; bu kalıntılar şu anda Mardin’de olduğu
gibi tepenin yanında kalenin burcunun birkaç metre yakınında
bulunmaktaydı. Kalenin tümü daha önce de
söylediğimiz gibi etrafı duvarlarla çevrilmiştir ve bazı zayıf noktalara
burçlar ve siper yerleri inşa edilmiştir. Böyle yerlerde kaya parçaları doğal
yollarla şekil almıyorsa yapay bir şekilde buralara şekil verilir ve kalenin
tamamı savunmaya hazır hale getirilir. Buradaki Bizans kilisesi bir zamanlar
cami olarak kullanılmıştır. Tekrar kiliseye çevrilirken yapı zarar görmüştür.
Bu yapının en eski parçası çok sert kırmızı demir taşından yapılan kilise
ortasındaki kubbedir. Taş levhaların birinin üzerinde Bizans dilinde yazılmış
bir yazı bulunmaktadır. Bu yazı zamanla okunamaz hale gelmiştir.
"Enkazların
içinde yaptığımız araştırma neticesinde Bizans’a ait bu yazı ve giriş kapısının
yanında kalenin avlusunda bulunan daire biçimindeki delikli taşın üzerindeki
Romalılara ait bir parçadan başka bir şey bulamadık. Taş ocağından çıkarılan
büyük genişlikte ve derinlikte olan taşlarla birçok kale duvarı sarnıçlar inşa
edilmiştir. Bu taşlar büyük bir şehre yetecek kadar vardı. Bu taşlar çok farklı
şekillerde kullanılmıştır. Örneğin insanların yağmur suyunu kullanarak banyo
yapabilmesi için bu büyük taşlar kesilerek veya yontularak suya yol
yapılmıştır. Yağmur suyunun bir yerde toplanması için yapılan bu muazzam
çalışma eski kilisenin yanında bulunmaktadır. Kemerli bir girişe sahip kayaya
şekil verilerek oluşturulan kubbeli binaya girdiğimizde 58 basamaktan oluşan
yaklaşık 7 metre uzunluğunda ve 1 metre genişliğinde ve 6 metre yüksekliğinde
bir tünel bizi karşılıyor. Kuşatmalar sırasında bölgedeki tüm kalelerde suyu
bir yerde toplamak için aynı düzeneğin kullanıldığı görülmektedir. Aynı şekilde
kürt şehirlerinde ve Suriye’de kalelerde aynı sistemin olduğu bilinmektedir.
Bunun en göze çarpan örneğini önceki anı yazımda bahsetmiştim. Bu örnek Dicle
nehrinin batı kolunun üzerinde bulunan Eğil şehrindedir.
"Bir
ya da iki yıl önce Karahisar’daki her şeyden daha ilginç olan bir tarihi
kalıntı ortadan kaybolmuştur. Bu Karahisar’ın ilk kurucusu olan Pompey
zamanında Latin alfabesi kullanılarak yazıldığı bilinen geniş bir granit levhaydı.
Kalenin en tepesine çıktığımızda ise harika bir manzara bizleri karşılıyor.
Dağlar tarafından çevrelenmiş doğu kısmından akan Karahisar nehri ve her
köşesinde bulunan güzel bahçeleriyle kalenin en tepesinden mükemmel bir manzara
sunuluyor.
"Kale,
çiçeklerden oluşmuş dalgalanan bir denizin ortasındaki ada gibi durmaktadır."
1906'da bölgeye gelen Fransız
tarihçiler Franz ve Eugene Cumont'un "Voyage D’Exploration Archeologique Dans le Pont et la Petit Armenia"
adlı çalışmasında, kentin fiziki ve etnolojik yapısı ile kültürel
varlıklarından, kaleden ve kalenin tarihinden kısaca söz ediliyor. Kalenin
Jüstinien döneminde büyük ölçüde kalkınarak onarıldığı belirtiliyor. Ayrıca,
kale içinde yer alan kule, sarnıç ve surlar ile birlikte Bizans Dönemi kilisesi
tanıtılıyor.
Sıra Sarnıçlar (Fotoğraf Mehmet Yeles, 1993)
Sıra Sarnıçlar (Fotoğraf Mehmet Yeles, 1993)
SÖYLENCELERDE
KALE
Kale
ile ilgili bilinen ve yazılı kaynaklarda da yer alan üç ayrı söylence
bulunuyor. Bunların değişik anlatım şekilleri var. Bugün dahi halk arasında
anlatılan/bilinen bu söylenceleri yazılı kaynaklardan aktarmak istiyoruz.
Habip
Rıza Efendi'nin aile tarihçesinde yer alan ilk söylenceye göre, "Behramşah Kale'yi kuşattığında, kaledeki halk aciz
kalarak teslim sırasında iken bir koca karının telkini üzerine son tedbir olarak
aldatmak ve kendilerinden bir çok zaman
mukavemete muktedir olduklarını göstermek için bir gün kalenin Avutmuş’a
bakan tarafına çuvallar ile kireç dökmüşler koca karı tarafından it südünden
yoğurt yaparak Behramşah’a göndermişler. Yani sen istediğin kadar bekle biz
yoğurt yiyoruz ve hatta onların eskilerini döktük yerine yenilerini koyduk diye
haber göndermişler.Artık Şah ümidi kesilerek yedi sene uğraştığı halde bir
türlü alamamasından naşi kendine yeis
askerine usanç gelmekle artık beklemek istemeyerek gitmiş"
Bu söylenceyi Hasan Tahsin Okutan da, Naima Tarihi'den
aktarmasına karşın, Behramşah ile ilişkilendirmediği gibi, Eskiköy deki kale
ile ilgili olduğunu ve MÖ 550 yıllarında Persler zamanına dayandığını ifade
ediyor.
Bu
öykünün, şu andaki kale ile ilgili olarak Tülay İşbil'in Muzaffer Başaran'ın
yardımı ile hazırlandığını belirttiği yazısındaki anlatım şekli ise şöyle:
"Kale uzun süre düşman tarafından sarılı kalır. Açlık ve susuzluk son
dereceyi bulduğu halde kale halkı teslim olmak istemezler. Kalenin içinde ta
yapımı esnasından kalma kireçler vardır. Kale kumandanın aklına bunları ezip un
haline getirip kaleden aşağı atmak gelir. Bütün kireçleri ezip un haline
getirdikten sonra burçlardan aşağıya dökmeye başlarlar. Düşmanın dikkatini
çeker, öyle ya, yiyeceklerinin ve sularının kalmadığını bilirler, sorup
öğrendiklerinde aldıkları cevap onları şaşkına çevirir. 'ambarlarında yıllanıp
küflenmiş olan unları temizliyorlar' . Bunların perişan olduklarını sanırdık
deyip kuşatmayı bırakarak çekip giderler"
Kale'nin
Türkler tarafından fethi ile ilgili bir söylence "Truva Atı"
öyküsünün farklı bir versiyonu olarak da değerlendirilebilir. Hasan Tahsin
Okutan, kalenin fetih öyküsünü "Vilayet Mektubi Kalemi Mümeyyizi"
Etem Gültenay'dan temin ettiğini belirttiği eski yazı bir belgeden naklen
kitabında şöyle anlatıyor.
"(1243) Kösedağ
bozgunundan sonra Selçuk ordusu uzun süre kendini toplayamamıştı.. Bu durumdan
yararlanan Trabzon İmparatoru Komnenus sekiz ay sonra Keygune'yi hile ile elde
etmişti. Bunu duyan İlhanlı Hanı kullarından Karaboğa kumandasında onbin
kişilik ordu göndererek Keygunenin alınmasını emretti. Karaboğa, kuvveti ile
Keygune Kalesi önüne gelip Hanımevliyası nam mahalde ordugah kurarak kaleyi
muhasara etti. Kale esasen Türkler zamanında çok iyi bir şekilde tahkim edilmiş
ve iç içe üç demir kapı ile kapatılmıştı. Kalenin hücumla ve uzun muhasara ile
zaptedilemeyeceğini anlayan Karaboğa, bir anahtar ile açılır kırk sandık
yaptırarak içerisine kırk yiğit koyup kale muhafızına mektup yazarak dedi ki,
'Yedi aylık bir sargı sonunda anladım ki kalenizi elde edemeyeceğim. Kış bastı
nakliye hayvanımız hastalıktan ve soğuktan kamilen kırılıyor. Bu yüzden mevcut
eşyamızdan bir kısmını zaruri olarak götürmeyeceğiz. Göndereceğiniz emin bir
adamla birlikte mühürleyeceğimiz eşyamızı muhafaza etmek üzere kaleye
aldırmanızı...sargının kaldırılacağını beyan ederim" memurlar gelir,
gönderilecek eşya memurlar ile sandıklara konur ve mühürlenir. Memrulara o gece Karaboğa yemek ikram eder. Kendilerinden
geçince sandıklar boşaltılır kırk delikanlı sandıklara yerleştirilir. Tekrar
mühürlenen sandıklar kaleye gönderilir. Bundan sonra Karaboğa da ikindi vakti
sargıyı kaldırarak Dikmen Tepesinin arkasındaki Karaşenşe (Ekecek) Köyünün bulunduğu
yere çekilir, sık ormanlar içinde saklanır. Akşam, verilen talimat gereğince
elinde anahtar buluna kol başr sandığını
açar, Dikmen Tepesinde beklemekte olan gözcüye kav yakıp atmak sureti ile
gereken işareti verdikten sonra sandıklardaki arkadaşlarının çıkarır...
(işareti alan ordu da kaleye gelir ve kale fethedilir)"
Hayri
Akyüz, bu söylenceyi aynı şekilde anlatıyor, ama 1071 yılı ile ilişkilendiriyor
ve Karaboğa'nın Anadolu'ya giren Türklerden olan ve halen Gölova'nın Karayakup
Köyünde defnedilmiş bulunan Karayakup Gazi olduğunu, bugün Ekecek Köyü'nün bir
mahallesi olan Karaşenşe'ye (Karaşehinşah) bu ismin de Karaboğa'ya izafeten
verildiğini de iddia ediyor. Hayri Akyüz
ayrıca bu öyküye şöyle bir de ekleme yapıyor.
"Akla
yakın olmamakla beraber, (halk arasındaki inanışa göre), kaleye giren Türk
ordusu tekfurun (kralın) damadını da katleder. Eli kocasının kanına bulaşan
tekfurun kızı elini pencerenin taşına basar. Bugün hala el şeklinde kırmızı bir
leke bu taşta bulunmaktadır".
Ali
Özdemir de bu anlatımlardan farklı olarak, Türklerin bu kaleyi fethetmek ve
Giresun varmak zorunda olduklarını, Karaboğa'nın bunca kan dökülmesini
istemediği için kuşatmayı kaldırdığı şeklinde tekfura haber gönderdiğini,
kalede açlık ve susuzluk başladığını, tekfurun bir an evvel kuşatmadan
kurtulmak istediğini, sandıklardaki her askerde de anahtar bulunduğunu ve
sandıklardan çıkarak kapı bekçilerinin bağladıklarını, Karaboğa'nın kaleye
karşı pususunu kurduğunu ve kapılar açılınca da kaleye daldığını belirtiyor.
Bu
fetih öyküsü, ilçemizde bir caddeye Karaboğa ismi verilerek, günümüzde de
yaşatılıyor.
Kale
ile ilgili diğer bir söylence de sarnıçlarla ilgili. Yine Tülay İşbil, bu
söylenceye de yazısında yer vermiş. "Kale üstünde 'Sağrak Göl' denilen bir
gör varmış. Bir de güzel mi güzel bir kız yaşarmış yakınlarda. Elinde bakraç
ile hep göle su almaya gidermiş. Bir gün tam su alırken düşmüş mü içine. Herkes
ah zavallı vah zavallı diye ah edip dururken kız Çatalgöl'den çıkmış". Bu
söylencenin halk arasındaki versiyonunda,
tekfurun çok güzel olan kızının bu göle/sarnıca düştüğü, suların kızın bu
güzelliğine kıyamadığı ifade ediliyor.
Bu
üç söylence, Yurt Ansiklopedisi'nin "Giresun" maddesinde,
Şebinkarahisar Kalesi'ne ilişkin söylenceler başlığı altında yer alıyor.
KALE
MİMARİSİ
İlçe
merkezinin güneydoğusundaki kayalıklar üzerine kurulu bulunan kale, iç ve dış
kale olmak üzere iki ayrı düzenleme şeklinde.
Bugünkü
giriş kapısının hemen kuzeyinde yer alan ve toprak çöküntüsü nedeniyle kısmen
kapalı olup, “Bizans Kapısı” olarak tanımlanan kapı ve devamındaki kimi sur
duvarları, Hellenistik, Roma ve Bizans Dönemi’nin günümüze ulaşan izleri olup, I.
Justinianus Dönemi’nde yapılan kapsamlı onarımların kalıntısı olan surların bir
bölümü olarak kabul ediliyor. Dönemi kesin olarak bilinmemekle birlikte,
kalenin doğu yönünde ana kayalara oyularak elde edilmiş mezar izleri de, Türklerden
önceye ait.
Ertuğrul
Danık, İç Kale ve saray/kule yapısının kapısında veya duvarlarında herhangi bir
kitabe yoksa da, İç Kale giriş kapısında ve saray/kule yapısının duvarlarında
XIII. yüzyıl taşçı işaretlerine rastlanılmakta olduğunu ifade ediyor. Bilindiği
üzere Muzafferiddin Mehmed tarafından kalenin onarılmasının yanında, kalenin en
yüksek kodunda ana kayalıklar üzerine, düzensiz dikdörtgen planlı bir iç kale
ile birlikte, içten ve dıştan sekizgen olan bir saray/kule yaptırılmıştı.
Dış
surlar, üzerine oturduğu kayalık alanın düzensizliği ve topoğrafik yapı
nedeniyle, oldukça düzensiz bir plan gösterir.
İç Kale, Fotoğraf Mehmet Yeles 1993
İç Kale, Fotoğraf Mehmet Yeles 1993
Kalenin
ilçeye bakan batı cephesinin yarım yuvarlak iki burçla desteklenen giriş
kapısından kuzeydoğuya yönlenen surlar, doğuya doğru devam eder. Bu surların
girişten sonra doğuya doğru olan ilk kırılma noktasında Bizans Dönemine
tarihlendirilen ikinci giriş kapısı bulunur. Girişten itibaren güneybatıya
doğru yönlenen surlar, Kızlar Kalesi/Kulesi olarak tanımlanan güneybatı köşeyi oluşturduktan
sonra, doğuya döner.
Sevgi Parlak'a göre, "
iki kapıdan güney yöndeki, surlardan kale içine girişi sağlayan en anıtsal
kapıdır. Kapı sağından ve solundan iki daire planlı yüksek cepheli burçla
desteklenmektedir. Bu burçlardan kuzeydeki (soldaki) oldukça fazla tahrip
olmuştur. Günümüze ulaşmış şekliyle 8.00
m yüksekliğindedir. Yaklaşık 5.50 m. çapındadır. Burcun koçbaşları ya da
güllelerle delinerek içeriye girişi engellemek amacıyla belli bir yüksekliğe
kadar dolu inşa edildiği, aynı zamanda gerek giriş kapısının üzerindeki
seyirdim yerindeki kazematlardan (kapatılmış iki mazgal açıklığının izleri)
gerekse burçların üzerinden kapıyı korumak amacıyla, burçların üzerinde
de siperlikli alanların oluşturulmuş olduğu tahmin edilmektedir Kapının güneyinde kalan 10.50 m.
yüksekliğindeki burç da belirli bir noktaya kadar dolu inşa edilmiştir.
Muhtemelen bu burcun üzerinde de mazgallı siperlikler bulunmaktaydı. Bu burcun
yarısından fazlası yıkıldığı için yaklaşık olarak 5-5.50 m. ölçülerinde bir
çapa sahip olduğu söylenebilir. Bu burç da malzeme ve duvar örgüsü açısından
daha düzgün formlara sahip taşların kullanıldığı kesme ta bir örgü
gözlenmektedir. Bu burcun orijinal durumunu daha fazla muhafaza ettiği ve
yenilenmediği görülmektedir. Kapıyla aynı dönemden (Mengücekli) kalmış ve
yenileme görmemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Her iki burcun gövdesinde
pencere açıklıklarına rastlanmamış olması, burçların içlerinin dolu olarak inşa
edilmiş olduğunun da delili olabilir.
"Kapının
dışa açılan cephesi düzgün iri kesme taşlarla örülmüştür. Dıştan kale kapısının
eni 5.15 m. dir. Kapı, iç içe iki sivri kemer içine alınmıştır. Kapının
arkasındaki izlerden kapatılmış bu açıklıların önünde, girişin arkasında kapıyı
korumak amaçlı askerlerin bulunduğu bir seğirdimin yer aldığı
anlaşılmaktadır.Kapatılmış bu iki açıklık kapı önünü gözetleyen mazgal tipi
açıklıklar olabileceği gibi, inen kalkan ve vinç sistemiyle çalışan bir kapının
zincirlerinin geçtiği yuvaların izleri de olabilir. Ayrıca zamanla bu yuvaların
büyütülerek mazgallara dönüşmüş olabileceği düşünülebilir. Bu kısmın çok fazla
tahrip olduğu ve Ortaçağ'dan sonraki tarihlerde özensiz olarak tekrar tekrar
onarıldığı, mevcut izlerden yola çıkarak söylenebilir.
"Kapının
enine kesitine bakıldığında, her iki tarafta, kemer kalınlığının (70 cm.)
bitiminde içeriye doğru giden kare yuvalar görülmektedir. Bu yuvalar, kapı
arkasına sürülen demir ya da ahşaptan bir sürgüye ait yatak izleridir. Kapı
mimari kuruluşu, taş işçiliği, kemer tipi, kaval silmeleri açısından Ortaçağ
Türk Dönemi'ne ve büyük olasılıkla da bu yüzyıllarda kaleye uzun bir süre hâkim
olan ve kalede onarımlar yapılan Mengücekli dönemine işaret etmektedir."
Bryer
ve Wınfıeld, Kalenin şu
anki giriş kapısının altından geçen birisi güneye diğeri de kuzeye doğru giden
duvar bloklar görüldüğünü ve bu kısımda bir kilisenin izlerinin bu duvarlar
üzerinde bulunduğunu iddia ediyor.
Sevgi
Parlak, Bizans Kapısı ile ilgili olarak da şunları yazıyor " ufak boyutlu
kapı ve kapının çevresindeki duvar örgüsü oldukça düzgün bir kesme taş
işçiliğine sahiptir. İki yuvarlak kemer içine alınmış kapı özellikleri
itibariyle Türk dönemi öncesine, ait olabilir. Bu kapı boyutları itibariyle sur
duvarları üzerinden yoğun bir giriş-çıkış için düşünülmediğini ortaya
koymaktadır. Ayrıca bulunduğu nokta ulaşım açısından pek rahat bir nokta
değildir. Boyutu ve konumu sebebiyle de ilgi çekmemesi istenerek planlanmıştır.
Bu kapı kuzeybatıdaki iki kapıdan güneydeki anıtsal kapının kuzeyinde yer alır.
Bulunduğu duvar, sur duvarının içe doğru kırılma yaptığı bir yerdir. Bu sebeple
de dikkati çekmeyecek ve görülmeyecek bir konumdadır. Tüm bu özelliklerinden
dolayı kapının bir ana giriş kapısı olmadığını, bir kaçış kapısı ve ayrıca
güneyindeki ana kapıya saldırı durumunda olan düşmanı yandan ve arkadan
kuşatmak amaçlı planlanmış bir kapı olması gerektiği anlaşılmaktadır"
Bizans Kapısı adı verilen bu önceki giriş kapısı Bryer ve Wınfıeld'e göre, 902 yılında tamir edildi. Giriş kapısının üzerinde Ioannides'ler tarafından yazılmış bir tarih bulunuyor. Eski kapı yeni giriş kapısının kullanılmasına başlandıktan sonra zamanla kullanılmamaya başladı.
Bizans Kapısı adı verilen bu önceki giriş kapısı Bryer ve Wınfıeld'e göre, 902 yılında tamir edildi. Giriş kapısının üzerinde Ioannides'ler tarafından yazılmış bir tarih bulunuyor. Eski kapı yeni giriş kapısının kullanılmasına başlandıktan sonra zamanla kullanılmamaya başladı.
İlçede,
Kale'nin bu iki kapısı dışında bir de gizli kapısı olduğuna inanılıyor. Habip
Rıza Efendi'ye göre, "bu kalenin biri büyük biri küçük iki kapusu vadır. Büyük
kapusu şehre bakan büyük kanatlı,diğeri de uğra kapu namı ile Ziberi üzerindeki
gizli kapudur, kaleye tecavüz edildiği ve mukabeleye muktedir oldukları zaman
gizli kapudan kaçarlar imiş ve yahut aşağıda işleri olduğu zaman düşmandan
gizli bu kapudan çıkar işlerini görürlermiş." Fransız yazar Vital Cuinet'de, Kale'nin gizli
geçitleri olduğunu yazıyor.
Kale
içinde Kule'nin güneybatısında yer alan ve “Kırk Badal” olarak isimlendirilen
basamaklı tünel, çeşitli kaynaklarda farklı şekillerde işlevlendiriliyor.
İlginç olan ise, kaledeki diğer sarnıçlarda yaz aylarında dahi su bulunurken, burada
su izine rastlanmaması. "Kırk Badal" Kale'nin en eski yapısı olarak
kabul ediliyor.
Giriş kısmının iki
yanında taş-tuğla duvar kalıntısı var. Cumont
bu duvarı “oldukça yeni” diye belirtmiş olmasına karşın, Bryer ve Wınfıeld'e
göre, burada kullanılan taş tuğlalar ya Bizans dönemine ya da Justinian
dönemine ait.
Dış
kale içinde muhtemelen askeri ve sivil işlevli mekan kalıntıları bulunur. Kızlar
Kulesi'ne giden yolun güneyinde iki, kalenin kuzey doğu kısmında "Sıra
Sarnıçlar" adı verilen bir dizi sarnıç var. Kaynaklarda belirtilen ve kale
içinde bulunan Bizans Dönemi kilisesi, diğer bir kilise ve şapeller, Fatih Camii ve darphane
gibi yapılar ile diğer benzer yapıların yeri bilinmiyor.
Ancak,
H. Hüsamettin Özgan’ın babasından naklen anlatımına göre, "kalın döğme
demirli ve yumruk gibi çivi başları olan" kale kapısından girince "Kapıaltı"
semti bulunuyordu. İki tarafında toprak damlı evlerin arasından uzanan dar yol
sağa kıvrılıyor ve "Camiyanı" semtine çıkılıyordu. Semtin ortasında
Kale Camisi bulunuyordu. Caminin yanında cücül darısı ve şap ambarları vardı.
Ana
kayalığın ve dış surların yaklaşık merkezi olarak en üst noktada bulunan İç
Kale, kuzey-güney doğrultusunda düzensiz dikdörtgen planlıdır.
Kaynak: The Fortress of Şebinkarahisar (Koloneia), Robert William Edwards,
(Temin eden Doğacan Aydın)
Kaynak: The Fortress of Şebinkarahisar (Koloneia), Robert William Edwards,
(Temin eden Doğacan Aydın)
Güneydoğu yönde, her iki
yanında yer alan içten ve dıştan yarım yuvarlak burç/kule ile desteklenen,
basık kemerli giriş kapısının devamında; doğuda, giriş kapısını destekleyen
kuleden sonra kuzeye yönlenerek doğu cepheyi oluşturan sur duvarları, batıda
yine girişi destekleyen kuleden sonra kırılmadan batıya yönlenerek, güney
batıdaki içten ve dıştan yarım yuvarlak kule ile buluşarak, güney cepheyi
oluşturur. J.G. Taylor, gezi notlarında iç kalenin kapısının Roma yapımı
olduğunu ifade ediyor.
Sevgi Parlak doktora tezinde ,ise bu
kapıyla ilgili olarak "Kapıda bir kitabeye rastlanmaz. Yalnızca kesme taş
örgüde taşçı işaretlerine ve büyük olasılıkla çini yerleştirilmek amacıyla
açılmış yuvalara (üçgen, yıldız şekilli yuvalar) rastlanmaktadır. Fakat bu
yuvaların devamları izlenemediğinden başka bir yapı için kesilmiş fazla
taşların burada kullanılmış olma olasılığı da yüksektir. Kapının enine kesitine
bakıldığında, başka bir yapıdan silmeli parçaların da bu kapıda kullanıldığı
görülmektedir" ifadelerine yer veriyor.
İç
Kale içine girildiğinde, batı surların iç kesiminde Ertuğrul Danık'ın Osmanlı
Dönemi’nde oluşturulduğunu düşündüğü ve işlevi bilinmeyen mekan izleri ile
birlikte, merkezde yer alan bir sarnıç niteliği taşıyan ancak zindan da olması
muhtemel bir yapısı görülür. Ana kayalıklara oyularak elde edilmiş ancak,
çeşitli noktalarda duvarlarla desteklenerek yükseltilmiş olan yapının üst
örtüsü yıkıktır.
İç Kale’nin kuzey duvarında sekizgen
planlı saray/kule yapısının üst örtüsü yıkılmış olup girişi batı cephede yer
alır. Basık kemerli alçak seviyeli girişten hemen sonra kuzeyde, üst katlara
çıkışı sağlayan taş merdivenler görülürken; doğu yönde, giriş kodundan aşağıda
ana kayaya oyulmuş bodrum kat izleri görülür. Ertuğrul Danık, yapının üzerinde
çeşitli cephelerde yer alan, çeşitli şekillerdeki XIII. yüzyıl taşçı
işaretlerinin, yapının Mengücek yapısı olduğunun doğruladığını ifade ederken,
Cumont, kulenin, kalenin en eski yapısı olduğunu iddia ediyor.
H.
Hüsamettin Özgan, ifadesine göre, önceleri üstü mahruti şekilde kapalı ve ahşap
olan Kule, yıldırım düşmesi nedeniyle yandı. Rumca kaynaklara göre, Kule
Türkler tarafından 1870 yılına kadar askeri amaçlarla kullanıldı. H.Hüsamettin
Özgan’ın bahsettiği yangından sonra terkedilmiş olsa gerekir. Diğer deyim ile
Kule 1870 yılında yanmış olmalı.
Bryer
ve Wınfıeld'e göre, "Kalenin içindeki iç kaleye giden yol ve kalenin şu
andaki girişini oluşturan yol aynı şekilde inşa edilmiştir. Bu yollar
Türkmenler yada Osmanlı devletine aittir. Taylor’a göre kalenin girişi
Selçuklulara, iç kalenin girişi ise Romalılara aittir. Duvardaki taşlar 11.
Yüzyıl sonu ile 15. Yüzyıl arasında bu bölgede Türklerin var olduğunu göstermektedir.
İç kalenin kuzeybatısında 27 metre yüksekliğinde 1.5 metre kalınlığında
sekizgen bir kule bulunmaktadır. Taş işçiliği, pencereler, kalenin, içindeki
merdiven ve kulenin ve iç kalenin genel görüntüsü büyük çoğunlukla bize Osmanlı
mimarisini göstermektedir"
Kule yakın zaman kadar, kuzey doğu kısmında yarılmış ve yıkılmak üzere iken, standartlara uymasa da yapılan bir onarım ile şimdilik kurtarıldı. Ancak merdivenler son zamanlarda tamamen yok olmaya başladı.
Kule yakın zaman kadar, kuzey doğu kısmında yarılmış ve yıkılmak üzere iken, standartlara uymasa da yapılan bir onarım ile şimdilik kurtarıldı. Ancak merdivenler son zamanlarda tamamen yok olmaya başladı.
Gerek
iç ve gerekse dış kale ile kale içi yapılarda, ağırlıklı olarak düzgün kesme
taş, kaba yonu taş, moloz taş ve kısmen tuğla malzeme kullanımı görülüyor.
Kırk
Badal olarak tanımlanan basamaklı tünel giriş kapısında kullanılan tuğlaya
karşın, İç ve dış kale ile saray/kule giriş kapılarında bütün, sur duvarlarında
köşe ve duvarlarda yer yer, saray/kule yapısında yoğunlukla düzgün kesme taş
kullanılmış. Kesme taş dışında kalan diğer sur duvarlarında ve saray/kule
yapısında dış yüzeyde kısmen, iç yüzeyde yoğunluklu olarak kaba yonu taş kullanılırken;
moloz taş kullanımını sadece dolgu malzeme olarak görülüyor.
Mevcut
surlarda özel bir uygulama olarak süsleme uygulamasına rastlanılmıyor. Kapılarda
yapılan silmeler, saray/kule yapısındaki taşçı işaretleri ya da en önemlisi
bugün yerinde olmayan giriş kapısı kitabesindeki kimi kaynaklara göre kartal
kimine göre de akbaba en önemli süsleme olarak kabul ediliyor.
H.
Hüsamettin Özgan, kale kapısının kitabe taşının Mutasarrıf tarafından bir
yabancıya hediye edildiğini babasından dinlediğini de naklediyor. Rumca
kaynaklara göre de, kitabe Turpçu köyünden Yorgi Haralambo Struptopulas adında
bir kişi tarafından 1900’de sökülerek İstanbul’a götürüldü. Hasan Tahsin Okutan
da, kitabenin 1896 yılında Rumlar tarafından söküldüğünü yapılan aramada Yani
isimli birinin evindeki sedirinin altında bulunduğunu, Sivas Valiliği'ne
gönderildiğini yazıyor.
Ertuğrul
Danık'a göre, ana girişten Kızlar Kulesi’ne yönelen sur duvarlarının bir
bölümünde görülen, Bizans Dönemi süsleme örneği ise, duvarda devşirme olarak
kullanılmış. Danık, kale içinde varlığı belirtilen Bizans kilisesinden
devşirildiğini düşündüğü bu malzemenin, Mengücekli ya da daha geç dönemlerde duvarın
yapımında kullanılmış olduğunu ifade ediyor.
SONUÇ
Ertuğrul Danık'ın da
belirttiği gibi, tarihçesi Pontus Krallığı Dönemi’ne kadar indirilebilen
kale, Doğu Karadeniz’e açılan yolları ve Kelkit Vadisi gibi önemli alanları
kontrol ettiğinden dolayı, hemen her dönemde her egemenliğin saldırısına uğradı.
Osmanlı 'ya kadar da sürekli olarak el değiştirdi. Kale saldırılara karşın
yapılan sağlam tahkimatı ve dönemi içindeki önemli esirlerin tutulduğu
zindanlarıyla ve de hazinelerin saklandığı bir yer olarak ünlenmişti.
Kalenin
ilk dönem Pontus kurgusu ve devamındaki olası Roma eklemeleri ya da onarımları
net olarak bilinmiyor. Giriş kapısında yeri belli olan ancak çalınmış olan
kitabesi ile birlikte, tarihi kayıtlarda geçen ve Mengücekli Muzafferiddin
Mehmed tarafından yaptırılan iç kale ve saray/kule yapısı gibi veriler, kalenin
Mengücekli Dönemi’nde büyük ölçüde yeniden şekillendiğini gösteriyor. Ancak,
yapılan bu şekillenmenin, büyük ölçüde Bizans Dönemi ve özellikle I.
Justinianus Dönemi’nde ki kurgunun üzerine oturduğu, ana giriş kapısının hemen
kuzeyinde yer alan ve Bizans Dönemi’ne bağlanan kapı ile devamında yer alan sur
duvarlarından anlaşılıyor.
Kale
Osmanlı döneminde de birkaç kez tahrip
edildiği ve zaman içerisinde onarıldığı biliniyor. Ancak son 1915 Ermeni
Ayaklanması'nda top atışları ile iyice tahrip olan Kale, o tarihten sonra
tamamen kaderine terkedildi. Kale, 1970'li yıllarda tarihi eser olarak korumaya
alınmış olsa da bugün hayvan yaylım alanı olarak kullanılıyor.
Öncelikle
Kale'de arkeolojik kazı çalışması başlatılıp, Taşhan, Fatih Camii ve çevresi, Hristiyanlar
için çok önemli bir merkez olan Nikopolis (Bayramköy) ve Meryemana Manastırı
ile birlikte bir bütün olarak ele alınıp turizm alanında pazarlanmalı. Bu ilçe
ekonomisi için de ek bir gelir kaynağı anlamına geliyor.
Bunun
için de yerel yönetime büyük görev düşüyor. Ülkede birçok belediye,
çevresindeki tarihi alanları tanıtıp turizme katmak için çaba ve para harcıyor.
Örneğin Marmaris Belediyesi, geçtiğimiz yıllarda var olan turizm potansiyeline
tarihi boyut katmak için arkeolojik kazı başlatmıştı. Yine Selçuk Belediyesi,
Efes Antik Kenti sayesinde turizmde önemli bir yer tutmasına karşın bununla
yetinmeyip yeni bir tarihi alanı pazarlamayı planlıyor. Şebinkarahisar Belediyesi
ise ne yazık ki, Kaymakamlık tarafından önceki yıllarda yaptırılan giriş
yolunda yıkılan merdiven basamaklarını dahi onarmaktan aciz.
Yerel
yönetim ve halk olarak, Kale ile sadece gurur duymakla yetinmeyip, ona sahip
çıkmalıyız.
KAYNAKLAR
1- Koray Özcan,
Anadolu-Türk Kent Tarihinden Bir Kesit: Selçuklu Döneminde Anadolu-Türk Kent
Model(ler)i,
Bilig Dergisi, sayı 38, 2006
2- Ana
Britannica Ansk. "Kale" Maddesi, C. 12, İst. 2000.
3- Ali Boran, Türk Sanatında Kale Mimarisi, Türkler Ansk. C 7, sf. 878-892
4- Tuncer
Baykara, Anadolu'nun İlk İskanında Kaleler, XII. Türk Tarih Kongresi, TTK, 1994
5-
Procopius, De Aedificiis, 3. Kitap 4. Bölüm (Bu makale için İngilizceden
çeviren Ersen Erdem)
6- Besim
Darkot, Karahisar, İslam Ansk. C. 6, sf. 280, İst. 1955
7- Haşim
Karpuz, Şebinkarahisar'daki Türk Devri Yapıları, 1.Tarih Boyunca Karadeniz
Kongresi'nde
sunulan bildiri özeti.1986
8- Ahmet Ali
Bayhan, Anadolu Kültür Mirasında Şebinkarahisar, Erzurum 2003,
9- Franz
Cumont-Eugene Cumont, Voyage d'exploration Archéologique Dans le Pont, Brüksel 1906.
10- Habip
Rıza Efendi (Gökçen) Aile Tarihçesi "Karahisar'a Ait" bölümü, 1933
11-
Şebinkarahisar Tarihi, Yeni Şebinkarahisar, 4 Mart 1975, "Koloneia Dini
Bölgesi İle Nikopolis’in
Tarihi
ve Folkloru, Atina 1964"dan çeviren
İ. Hakkı Uluğ
12- http://baydin2.blogspot.com.tr/2013/02/yerel-tarih_1101.html
(Dukkamma)
13- Anthony Bryer-Davıd
Wınfıeld, The Byzantıne Monuments And Topography of The Pontos,
Washington
1985 (Bu makale için İngilizceden çeviren Ersen Erdem)
14- Hasan
Tahsin Okutan, Şebinkarahisar, Giresun 1944
15- Strabon,
Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yay.İstanbul 2012
16- Adem Işık, Antik Kaynaklarda Karadeniz Bölgesi, Ankara 2001
17- Adrienne
Mayor, Mithradates, Türkiye İş Bankası Yay. İstanbul 2013
18- http://baydin2.blogspot.com.tr/2013/02/yerel-tarih_23.html
(Bayramköy ve Nikopolis)
19- http://www.deprem.gov.tr/sarbis/Veritabani/Tarihsel.aspx
20- W.M Ramsay, Anadolu'nun Tarihi Coğrafyası, çev. Mihri
Pektaş, İstanbul 1961
21- Ertuğrul
Danık, Şebinkarahisar Kalesi, (Ege Üniv.) Sanat Tarihi Dergisi, Ekim 2004
22- Koray
Özcan, Erken Dönem Anadolu–Türk Kenti Anadolu Selçuklu Kenti ve Mekânsal Öğeleri,
Bilig Dergisi, Sayı 55, 2010,
23- Koray Özcan,
Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yerleşme Tipolojileri II: Karahisarlar,
Milli Folklor Dergisi, Sayı 77, 2008
24- Türkan
Kejanlı, Anadolu'da İlk Yerleşmeler ve Şehirleşme Eğilimleri, (Fırat Üniv.)
Doğu Anadolu
Araştırmaları Dergisi, 2005
25- Eren
Yürüdür-İhsan Bulut, Tarihte ve Günümüzde Şebinkarahisar Şehri, I.
Şebinkarahisar Tarih
ve Kültür Sempozyumu Bildirisi, 2000
26- Mükrimin
Halil Yinanç, Türkiye Tarihi Selçuklular Devri, İstanbul 1944.
27- İbrahim
Tellioğlu, Osmanlı Hakimiyetine Kadar Doğu Karadeniz'de Türkler, Serander Yay.
Trabzon 2004
28- Necdet
Sakaoğlu, Türk Anadolu'da Mengücekoğulları, YKY, İstanbul 2005
29- Pars
Tuğlacı, Osmanlı Şehirleri, Milliyet yay. İstanbul 1985
30- Sevgi
Parlak, Osmanlı Öncesi Anadolu Kalelerinde Kapılar, Doktora Tezi, İstanbul 2010
31- İbni
Bibi, Selçukname, (Aktaran Erdoğan Danık)
32- http://baydin2.blogspot.com.tr/2013/03/andronikos.html
33- http://baydin2.blogspot.com.tr/2013/02/yerel-tarih.html
(Şebinkarahisar Beyliği)
34- Mehmet Bilgin, Giresun Bölgesinde
Türkmen Beylikleri ve İskan Hareketleri, Giresun Tarihi
Sempozyumu, Mayıs 1996
35- Osman Turan, Selçuklular
Zamanında Türkiye, Ötüken Yay. İstanbul 2011
36- Nejat Kaymaz, Anadolu
Selçuklularının İnhitatında İdare Mekanizmasının Rolü,
TTK yay. Ankara 2011
37- Ebu Bekr-i Tihrani, Kitabı-ı
Diyarbekriyye, Çev. Mürsel Öztürk, Kültür Bak. Yay.2001
38- Mehmet Neşri, Aşiretten
İmparatorluğa Osmanlı Tarihi, sadeleştiren Necdet Öztürk,
Timaş yay. İstanbul 2011
39- Baron Joseph Von Hammer
Purtgstall, Büyük Osmanlı Tarihi, C. 3, Sabah Gazetesi yayını,
40- Tursun Bey, Fetih Babası Fatih'in
Tarihi, hazırlayan Mertol Tulum, Kapı yay.İstanbul 2013
41- http://www.baydin2.blogspot.com.tr/2013/02/yerel-tarih_2101.html
(Fatih ve Şebinkarahisar)
42- Fatma Acun, Osmanlı Döneminde
Anadolu Şehirlerinin Gelişmesinde Devletin Rolü: Karahisar
Örneği, TTK Belleten Dergisi'nin Nisan 2001,
sayı 242'den ayrı basım
43- Selahattin
Tansel Sultan II. Bayezit’ın Siyasi Hayatı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul
1966
44- Çağatay
Uluçay, Yavuz Sultan Selim Nasıl Padişah Oldu, İstanbul Üniv. Tarih Dergisi
Sayı 11-12, 1956.
45- Feridun
M. Emecen, Yavuz Sultan Selim, Yitik Hazine Yay. İstanbul 2010
46- Franz Taeschner, Osmanlı
Kaynaklarına Göre Anadolu Yol Ağı, Bilge Kültür Sanat Yay.
İstanbul 2010
47- BOA.3 Numaralı Mühimme Defteri s. 262
(Belgeyi temin eden Ünsal Çalık)
48- Mehmet Fatsa, XV ve XVI
Yüzyıllarda Giresun, İl Özel İdaresi Yay.
49- M. Hüdai
Şentürk, Tanzimat Devrine Kadar Osmanlı Devleti'nin Ulaşım Teşkilâtı ve Yol
Sistemine Genel Bir Bakış, Türkler Ansk.
c. 10
50- Sema
Altunan, Osmanlı Devleti'nde Haberleşme
Ağı: Menzilhâneler, Türkler Ansk. c. 10
51- M. Münir Aktepe, Tuzcuoğulları
İsyanı, İÜ Tarih Dergisi, C. 3, 1953,
52- Uğur Demlikoğlu,
XVII. Yüzyılda Osmanlı Taşrasında Yerli Yeniçeriler:
Hasan Kale Örneği
Asia Minor Studies Dergisi, Sayı 2,
Kilis 2011
53- Orhan
Kılıç,Teşkilat ve İşleyiş Bakımından Doğu Hududundaki Osmanlı Kaleleri ve
Mevacib Defterleri, Ankara Üniv. OTAM Dergisi, Sayı 31, 2012
54- Mustafa
Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası,Bilgi yay. İstanbul 1975
55- Sam
Whıte, Osmanlı'da İsyan İklimi, Alfa yay. İstanbul 2013
56- İsmail
Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, TTK yayını 3.cilt.
57- http://www.baydin2.blogspot.com.tr/2013/03/kale-mahallesi.html
58- J. G.
Taylor, Journal of a Tour in Armenia, Kurdistan, and Upper Mesopotamia, with
Notes of
Researches in the Deyrsim Dagh, in 1866
(Bu makale için İngilizceden çeviren Ersen Erdem)
59- Tülay
İşbil, Şebinkarahisar Kalesi, Pirelli Dergisi, sayı 72, İstanbul, 1970,
60- Hayri Akyüz,
Şebinkarahisar Kalesi, Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, İstanbul 1954,
61- Ali Özdemir, Korunmaya Alınan
Yapıtlarımız (7): Şebinkarahisar Kalesi,
Yeni Şebinkarahisar, 22 Nisan 1980
62- http://en.wikipedia.org/wiki/Katakalon_Kekaumenos
63- Edip Akyol,
Anadolu’da Müslümanlara karşı İlk Haçlı Yapılanması (Bizans-Seyfüddevle el-
Hamdânî Mücadelesi), Mukaddime Dergisi
sayı 2, 2010
64- Yurt
Ansk. Giresun Maddesi, C. 5, İstanbul 1982
65- Vital
Cuinet, Turquıe d'Asie, Paris 1892
66- H.
Hüsamettin Özgan, Şebinkarahisar Kalesi Hakkında, Yeni Şebinkarahisar, 4.10.1983
67- Rahmeti Arat, Fatih Sultan Mehmet'in
Yarlığı, İÜ Türkiyat Dergisi, C 6
emeğiniz için teşekkkürler.
YanıtlaSildedemin köyü olan alucra hacıahmet köyündeki kaleyi çok merak ediyorum. Bilginiz var mı?